Son yazı

Bonn'da günler televizyon izlemekle geçti. Sadece bir gün Köln'e gezintiye gittim, birkaç kez Bonn'un merkezinde dolandım, o kadar. Onun dışında hiç ama hiçbir şey yapmadım. Televizyon da öyle alman kanalı filan değil, bizim türk kanallarının avrupa versiyonu. Programlar aynı. Sabah mesela kuzen İris le başlıyoruz doktorum programıyla, çok faydalı bir programmış, ondan sonra 321 pişir, buradaki tarifler tam bana göre, ve sıkı durun sonra da Esra ceyhan ile evlen benimle. En eğlenceli program bu tabi ki. Esra ceyhan sunucuların sunucusu ilan ediyorum! Konuklar hayatının aşkını arayan insanlar, ama gerçekten çok komikler. Öyle her talibi beğenmezler, karşılıklı heyecandan ne konuşacaklarını bilemezler, tuhaf istek ve talepleri olanlar, illa pronoviastan gelinlik giycem gibi, muhafazar olmalı mutlaka eşim gibi. Fazla bağımlılık yapmadan kurtuldum sanırım. Bir başladınız mı kopamıyorsunuz çünkü.

Bizim kanalların avrupa versiyonlarında en çok reklamlar dikkatimi çekti. Bizdeki reklamlar gösterilmiyor tabi doğal olarak. Çoğunlukla avrupa'da yatırım yapan türklerin reklamları, türk marketleri reklamları, beyaz peynir, bakliyat, mobilya vs. vs. En çok dikkatimi çeken ise o kadar çok estetik ameliyat merkezi reklamı var ki, şaştım kaldım. Sonra zayıflama ilaç ot acaiberrymix gibi abuk subuk yuttum zayıfladım reklamları. Sonra Avrupanın dört bir yanındaki türk disko ve türkü evlerinin reklamları. Mesela Yıldız tilbe ve ferdi tayfur konseri vardı. Öyle konser salonu filan değil, düğün salonu benzeri yerlerde. En bomba reklamlardan biri de Doğuş ve ne üdüğü belirsiz almancı bir türk şarkıcının sunduğu gelin bize birlikte para kazanalım reklamı. Öyle bir çekmişler ki reklamı, Doğuş ekranın ortasında duruyor, öteki şarkıcı ise, güneş gözlüğü takmış böyle siyahlar giymiş biri, ekranın solunda duruyor, konuşurken de ekranın ortasına doğru kaykılıyor. Nasıl bir çekimse, hiç mi göz nizam yok anlamadım. İşte bu da herhalde üye kazandırma yoluyla para vaat eden uyanıkların kurduğu bir şirket sanırım.

Böyle kendi çapımda eğlendim. Teyzem beni bayağı bir besledi. Zaten Almanyaya geldim geleli bayağı bi kilo almıştım. Hazır yaz da geliyorken sahile inip spor yapmalı.

Ben burada kapıyorum Leipzig günlüğümü. Bir tane daha blog açayım yazayım da ismini ne koyacağıma karar veremedim. önerisi olan var mı?? :PP

kedi beni itti

ya bunu nasıl yazmayı unuttum istanbul dönüş yazıma :)) şimdi Eminin evine geldim. Bizim kedi var ya Çarşamba onu da deli özlemişim. Böyle sıkıp mıncıklamak, kafamı koca tüylerinin arasına gömmek koklamak filan istiyorum. Ama fareye benzemiş, çünkü traş edilmiş. Tüy müy kalmamış. Şimdi aldım ben bunu kucağıma, illa babasına gidecek her zamanki gibi, fazla mıncıklattırmadı kendini. Verdim Emine. Bu kez onun kucağındayken sevmek istedim. Ve ne yaptı küçük şıllık biliyor musunuz, patisiyle itti beni! Resmen patisiyle direndi bana. Artık Eminden uzaklaşıyim diye mi, kendi kucağıma almiyim diye mi, bilmiyorum? Küçük fare!!!!

Sonunda İstanbul

Sonunda İstanbul'dayım. Pazar sabah 1.35 teydi uçağım. Köln/Bonn havalimanından bindim. Teyzemin evi Bonn'da, havalimanına otobüsle 15 dakika. O yüzden ulaşmak çok zor olmadı. Çantalarım konusunda stres yaşadım biraz. Pegasus'un bagaj hakkı 30 kiloydu, evdeki tartıda tarttım tam 30 kilo. Kesin dedim bunların tartıları hassastır, daha fazla çıkacak. Paket paket çikolata götürücem diye teyzemde bazı giyisilerimi bıraktım. Aman zaten giysiden başka bol birşey yok bizde. Dünya kadar! Hiçbir yere sığdıramıyoruz. Neyse işte, bavullar da toplam 34 filan geldi ama bir şey demediler. Fazla gecikmeden kalktık. Emine demiştim, 4 te orda olcam diye ama Avrupa saatiyle söylemişim, o da havalimanına gittiğinde fark etmiş, o yüzden 1.5 saat beklemiş beni. Huyudur gerçi, erkenden gitmese olmaz. İndiğimde 5.30 filandı, zaten yolculuk boyunca uyudum, bir açtım gözümü istanbuldayım. Sonra eve gidip biraz uyuduk, öğlen de Emin beni anamın evine bıraktı.

Odam tahmin ettiğim gibi. Bizim eşyaların yanı sıra evdeki ıvır zıvırlar da odayı işgal etmiş. Anam börekler, zeytinyağlı dolmalar yapmış. Yapacak çok şey var, biraz stres de oldum tabi. Dolap ve kütüphane alınması lazımdı. Gittik dün Eminle aldık, dolabı kurduk. Eşyaları yerleştirmeye başladım. Ama bu işler çok el oyalıyor, bir hafta filan sürer herhalde.

Okula evraklarımı teslim etmeye gittim. Bir evrağım eksik çıktı. Erasmus koordinatörü hasta olduğu için benimle ilgilenmedi ve vereceği evrağı vermemiş oldu. Ben de almadan gelmiş oldum. Yine sinir stres bende. Mail attım imzala, gönder diye. Dallama bu Almanların hepsi!!!

Eve girmek için anahtarım yoktu. Özel anahtar, öyle gidip de kopyalanamıyor. Bu duruma da uyuz oldum ayrıca. Neyse işte otu boku şu anda stres yapıyorum. Alışmam zaman alacak.

Hocamı görmeye gittim. Biraz moralim düzeldi. Bitirelim tezini hazirana kadar, sonra seni doktoraya hazırlayalım dedi. Peki dedim.

Şimdi Leipzig macerası bitti de ben bu blogu yazmayı sürdürsem mi bilemedim. Ne yazıcam, istanbul maceralarımı mı? Yazıcak elbet bi şeyler bulur muyum acep?

Karl Marx İstanbul'a yola çıktı

Ben bu bisiklete ne ad koyacağımı bir türlü bilemedim. Dişi mi erkek mi onu da bilemedim. Kızım belledim ama bugün dedim madem üzerinde Karl Marx yazıyor, adı da Karl Marx olsun. Ya bisiklete niye ad koyuyorsam?!??

Neyse bugün Studentenwerk'in bir bisiklet tamircisi (Adres:Rossplatz) var. Öğrenciler oraya gelip, kendi tamirlerini kendisi yapıyor, para da ödemiyor. İşte biz de bugün Nijeryalı komşumla beraber oraya gittik. Görevli bir saat sonra gelin dedi. Bir saat bekledik, sonra gittik, dedi kendiniz yapıcaksınız. Haydaa dedik ama ne ile demonte edeceğimiz öğrendik, meğersi çekiç yetiyormuş, bizde vardı halbuki. Çekiçle pedalı çıkardık, direksiyonu çıkardık. Sonra yakında başka bir bisikletçi daha var, oraya gittik belki daha iyi bir karton buluruz diye. Gerçekten de cuk oturan bir karton vardı, aldık, eve dönüp paketledik. Komşu dedi, içine başka bir şeyler daha koyabilirsin. Dedim yorganımı koyayım, hem bisiklet içinde hareket etmemiş olur. Yorganı da koyduk, bantladık. Sonra Deutsche Post'un yolunu tuttuk.

Şimdi bu postanedeki hatunlar bana demişlerdi ki 20 kilo 45 euro, 20 kiloyu geçerse 19 euro. Maksimum boy da 1.5 metre. Bizimkinin boyu o kadar da yok. Ama bir gittik, kadın bunun boyutları uymuyor, alamayız. Nasıl uymuyor dedik, bal gibi uyuyor, bana verdiğiniz kağıtta öyle yazıyor. Yok öyle değilmiş efendim. Eni uzun gelmiş. 20 kiloyu da geçmemesi lazımmış, bizimkisi 21.6 kiloymuş alamazlarmış. Şimdi de ki di mi adam gibi, adam olan der yani, iki kiloyu çıkarın içinden, alalım. Boyutu yüzünden alamayız demeleri de yalan! Boyutu büyük olduğu için 20 euro fazladan vermek gerekiyor sadece. Yani karılar sorun çıkarmak için ellerinden geleni yaptılar, çıkardık içinden 2.5 kilo, alın böyle dedik, bal gibi de aldılar. Bir de orası aynı zamanda DHL ofisi. DHL taa eve kadar servis yapıyor gerektiğinde. Bu memur karılarında bir afra tafra. Doldurulması için form veriyorlar, doğru düzgün anlatmıyorlar neresinin doldurulacağını. Neyse ki komşu Afrikalı olmasının da getirdiği rahatlıkla bu karıların asık suratını sallamadan her işimizi yaptırdı. Benim sinirden elim ayağım titredi. Gerçekten bu Almanların kıt beynine katlanamıyorum. Neyse sonunda gönderebildik. Umarım başka bir sorun çıkmaz.

Bavullarımı sonunda doldurdum. Ama tabi birçok eşyamı da burada bırakarak, bazılarını atarak. Yarın sabah Hausmeister gelecek, anahtarı teslim edeceğim, gidip depozitomu alacağım. Tren de öğlen kalkıyor işte. Bonn'a gidiyorum, teyzemin yanına. Köln'de biraz vakit geçireceğim. Planda bir hafta sonunu Amsterdam'da geçirmek var. Param yeterse Belçika'ya uzayacağım. Hedef Brugge, ama ne olur ne biter bilmiyorum. Hele bir buradan ayrılayım da artık.

Çok soğuk bir Leipzig yazısı oldu. Aslında hüzünlüyüm az biraz.

Ayrılık hazırlıkları

Leipzig'de son iki günüm. Ya da bir buçuk mu? Öyle bir şey işte. Şu anda Çarşamba akşamı saat 23.00. Cuma sabah 12.11'de trenim Leipzig'den ayrılıyor. Değil günleri saatleri sayıyorum. Vakti eşyaları toplama, paketleme işleriyle geçiriyorum. Üç bavulla gelip iki bavulla dönünce bayağı bir sorun oluyor tabi. Giysilerim, yorgan, yastık bavula sıkışmayı bekliyor.

Yorgan ve yastık için vakumlu torba aldım. Bizde çok pahalı da bu torbalar, burada 1.5 euroya buldum. Bir deneme yapayım dedim, sabah bıraktım, akşamı geldiğimde havası çoktan kaçmış, şişmişti torba. Aynı şeyin bavulun içinde olmasından, bavulun orta yerinden çatlamasından korkuyorum. Trende pek hoş bir görüntü olmaz sanırım. :))

Niye bu yorgan yastık götürmek için ısrar ediyorsam? Göya yanımda getirdiğim eski giysilerimi bile atacaktım. Yorganı yastığı satarım dedim, herkes öyle yapıyor burada. Ama yok ne bir şeyi atmaya içim elverdi, ne yorganımı satmaya. Nedense bu Almanların cimriliğinden tasarrufluğundan mıdır nedir, her şey pek bir kıymetli oldu. Türkiye'de ne kadar savurgan olduğumuzu, ne kadar çok tükettiğimizi, ne kadar lüks içinde yaşadığımızı anladım. Üstüne üstlük buradaki gibi geri dönüşüm filan da yapmıyoruz. Pek bir hoş hayat!!

Asıl büyük sorunum, başıma dert olan ise bisikletim oldu. Herkes gibi sen de sat di mi? Yok illa Türkiye'ye göndericem. Israrımın altında taa çocukluktan gelen bir pişmanlık yatıyor. Bana böyle eflatun rengi bir bisiklet almışlardı da, ben onunla bisiklete binmeyi öğrendikten sonra, yeni eve taşınırken, eski apartmanın bodrumunda yalnızlığa terk etmiştim. Nakliye kamyonuna girmemiş miydi, neydi, sonra gelir alırız demiştim. Bir daha da gitmedim. Hayatım boyunca pişmanlık duydum. İşte bu yüzdendir ki, üzerinde Karl Marx yazan, -niye yazdığını çözemedim, sanırım Karl Marx Stadt diye bir yer vardı, oradan alınmıştı- mavi, taaa Doğu Almanya zamanından kalma, en az 25 yaşında, burada elini sallasan herkesin altında bir tane görebileceğin, Diamant marka gözümün nuru canım bisikletimi, burada terk edemiyorum işte öyle.

Gittim sordum, Deutsche Post ile gönderiliyor. Ama paketlemek lazım ve boyunun 1.50 yi geçmemesi lazım. Paketlemek için demonte etmek lazım. Bugün Nijeryalı komşumun da yardımıyla bayağı bir söktük. Daha doğrusu o söktü ben baktım. Yok bu kadın milletinin eli tornavida işlerine filan yatkın değil. O yapmasaydı ben hayatta yapamazdım. Ben tüm vidaları elimle sökebileceğimi düşünürken, o her vida için gitti arkadaşlarından tonlarca alet aldı. Daha tam anlamıyla sökülmüş de değil, ihtiyacımız olan bir alet daha var, onunla direksiyonu sökebileceğiz. Paketlemek için de dev boyutlarda bir karton bulduk. Şimdi bizde herhangi bir eşyayı nasıl paketlersen paketle istediğin her yere gönderirsin. Ama bu Almanlar kıl, kartonda bombe görür mesela almazlar filan diye korkuyorum.

En mantıklısı uçakla benimle gelmesiydi. Spor ekipmanlarını verdiğiniz ayrı bir bölüm var çünkü ve sanırım paketlemek filan da gerekmiyor. Ama gel gör ki, bisikleti uçağa götüremiyorum. Uçağa Bonn'dan bineceğim. Buradan Bonn'a götüremiyorum. Çünkü Deutsche Bahn her trene bisikletleri almıyor. Bileti alırken sormama rağmen gerizekalı memur hangi trenle nasıl götüreceğimi söyleseydi, ben de ona göre ayarlardım her şeyi. Ama artık olan oldu. Olmadı bunu da terk edeceğim yalnızlığa, içim kan ağlayarak. :((

Leipzig öğrencileri için ipuçları

İlkbaharda Leipzig'e gelecek değerli arkadaşlarım. Aşağıdaki ipuçlarını bir güzel okuyun, belleyin. Sadece tecrübe, gözlem, Allahın emri değil ;))

- Burada torba denen şey çok değerli. Sakın ola hor kullanmayın. Alışverişe giderken mutlaka yanınızda torba ya da çanta filan götürün. Yoksa para vermek durumunda kalırsınız.

- Pet ve cam şişelerinizi atmayın. Genelde su ve bira, şişe parası alınarak satılıyor. Dolayısıyla bu şişelere para veriyorsunuz. Kullandıktan sonra marketlerde makineler var, o makinelere atarak da paranızı geri alıyorsunuz.

- Şarap şişelerinde ücret yok. Şarap şişesi, kavanoz vs gibi bu tarz cam şişeleri de beyaz, yeşil, kahverengi olmak üzere üç ayrı cam atık kutularına atıyorsunuz. Ayrıca Almanya'da çöp ayırmak gayet meşakkatli bir iş. Organik çöp kutuları var mesela, gerçi ben hiç kullanmadım ama, buraya sadece yiyecek atıkları giriyor. Hatta bu yiyecek atıklarını koyduğunuz torbayı bile bu çöpe atmıyorsunuz, çöpün kapağını güzelce açıp içine boşaltıyorsunuz. Kağıt atıkları da yine sadece kağıt kutusuna atıyorsunuz. Bir sürü çöp bidonları var ama ben kimsenin doğru düzgün bu kurallara uyarak kullandığını görmüyorum. Ama dikkatli olun, biri fark ederse ya da şikayet edilirse ceza yersiniz.

- Ceza demişken tramvaya kaçak binmeyin. Biletinizi otomatlardan alın, tramvaya binince turuncu kutulara bastırın. Kontrol edilmez sanırsanız yanılıyorsunuz, biletsiz yakalanırsanız , 40 euro cezası var.

- Tramvay için mesela Einzelticket aldınız, 2 euro, sanırım 1.5 ya da 2 saat filan geçiyor, üzerinde yazar. Kurzstrecke bileti aldınız, bu 1.4 euro, sadece 4 durak için geçerli. Strasse des 18. oktober da mesela yurdunuz varsa, Hauptbahnhofa gitmek için kurzstrecke bilet yeterli.

- Size yurda vs. girişlerinde verdikleri kullanım talimatlarını, broşürlerini güzelce okuyun. Benim gibi, dışarıda duran bisikletin selesi çalındıktan sonra, her yurtta bisiklet odası olduğunu 5 ay sonra fark etme dallamalığını yapmayın. Bisikletleti odalara çıkarmak yasak.

- Çamaşır yıkama makinelerinde çamaşırlarınızı uzun süre bekletmeyin. Makine genelde bir saat içerisinde son buluyor. Acelesi filan oluyor, insanlar mal olabiliyor, tertemiz çamaşırlarınızı çıkarıp öyle ortada bırakabiliyorlar.

- Burada her iş, görüşme gün ve saatlerine göre yürüyor. Görüşme gün ve saatlerini bilin. Birinden randevu almak için bile dıdısının dıdısının görüşme saatini takip edip randevu için randevu alabiliyorsunuz. Ya da şöyle bir ipucu da verebilirim, görüşme saatleri dışında bir uğrayıp "ay bilmiyodum, işim de acele, bi şey sorcaktım" diyip salak turist ayağına da yatabilirsiniz. Bazen işe yarıyor, bazen yaramıyor.

- Auslanderbehörde (Yabancılar ofisi) taşındı. Prager strasse üzerinde. Hauptbahnhof ya da Augustusplatzdan 15'e binin Technishes Rathaus durağında inin. Ofis, B binasında. Yapmak istediğiniz işlemler için görevliler yardımcı oluyor.

- Bürgeramt'a ikamet kaydı için gittiğinizde Zuzugbonus'u sorun. Hala devam ediyorsa, başvurun. 50 euro bonus veriyorlar.

- Şimdi geldiniz, odanıza bir sürü şey almanız gerekecek. Tabaktır, çanaktır, çamaşır askısıdır vs. Önceki postlarımda nerede en ucuz ne var diye yazmıştım. O mağazalar gidin, fiyatları karşılaştırın. Benim gibi Rewe'de dünyanın parasını harcamayın. Migros gibi yerlere değil Bim gibi yerlere gidin. İnanın fiyatlar çok değişebiliyor. Üniversitenin hemen yan sokağına, Pfennig bir şey gibi adını bir türlü ezberleyemedim, ucuza bir dükkan daha açıldı.


- Kendinize bir spor edinin. Spor yüksek okulunda çok uygun fiyatlara inanılmaz fazla seçeneğiniz var. Online başvuru yapıyorsunuz, sonra da bankaya parayı yatırıyorsunuz. Ancak yerler hızla doluyor, bahar sömestırı için program açıklanır açıklanmaz acele davranın. http://www.hochschulsport-leipzig.de/ - internet adresi bu.

- Kendinize yabancı bir sevgili edinin. Ama sizin gibi yabancı öğrencilerle bile zor bu işler. Birçok kişinin size bir gecelik bakabileceğini aklınızdan çıkarmayın, ona göre davranın.

Benden abla tavsiyeleri bu kadar. En azından şimdilik. Kendinize iyi bakın, birbirinizi üzmeyin :P

Ezgi ve Sezgi yaza kadar burdalar. Sizlerle tanışmak isteyeceklerine eminim. Hem birçok konuda sorunuz olursa, yardımcı da olurlar. Hep birlikte toplaşıp buluşmanız için, bana mail gönderenlere Ezgi'nin mail adresini yazacağım.

Battaniye isteyen...

Leipzig'e ikinci dönem için gelecek arkadaşlara duyurulur...

Birkaç kişi benimle iletişime geçti, en azından 7-8 Türk'ün burada olacağını biliyorum. :)

Yazmıştım, yurt odalarında yorgan yastık çarşap niyetine hiçbir şey yok. Sadece yatak. Dolayısıyla buradan temin etmek durumundasınız. Uçakta kilo problemi olduğu için de getirmek çok kolay olmuyor, yer kaplıyor ayrıca.

Gökhan giderken mis gibi yün battaniyesini bıraktı. Yorgan kılıfınızı geçirip yatarsınız, başka bir şeye gerek bile kalmaz, zaten önümüz bahar. Ayrıca yine temiz, yıkanmış yorgan kılıfı, çarşaf vs. de bıraktı. Eğer ilgilenen varsa, yorum bırakın, ilk yorum bırakana vereceğim. Ben giderken de Monja'ya bırakırım, gelir ondan alırsınız.

Hamburg



gece Hamburg


Geleli beş gün oldu ama elim bir türlü klavyeye gitmedi. Yazdım üç gün sonra, bu sefer fotoğrafları yüklemek iki gün sürdü. Aslında hiç aklımda yoktu Hamburg'a gitmek, bir arkadaşın doğum günü vardı ona katılacaktım. Ama son anda vazgeçtim ve kendimi benim kuzular ve Romenler'le birlikte Hamburg'a attım.

Onlar beş kişi olduğu için 5 kişilik bölge bileti almışlar kendilerine ve dolayısıyla bana yer yoktu. Ya 80 euro verip hızlı trenle 3 saatte gidecektim, ya 50 euro verip 7 saatte Regional Trenle gidecektim. Bir diğer alternatif de Mitfahrgelegenheit'dı. En uygun fiyata seyahat edebiliyorsunuz Almanyada bu sayede. Bu yazdığım kelimenin sonuna nokta de ekleyip, siteye giriş yapın, gitmek istediğiniz şehri ve tarihi girin. O tarihte arabasıyla giden biri yanına "Mitfahrer" mutlaka arıyor oluyor, 20 euro gibi fiyatlara bir yerden bir yere çok rahat gidebiliyorsunuz. Hatta Almanya dışına bile çok uygun fiyatlara seyahat etmek mümkün.

Ben de yola çıkacağımız Çarşamba sabahı için baktım, çok fazla alternatif yoktu. Sabahın 5'inde bir kız buldum. Hafif de tırsıyorum, o yüzden ilk seyahatimi bir kadınla yapayım dedim. Aradım kızı, sabah 4.30'da çıkıcam, Hamburg'ta 10'da havalimanında olucam dedi. İyi dedim hem erkenden şehre varmış olurum, gezerim dedim. Hauptbahnhof'un sağ tarafında otobüs park yeri var, orada buluşmayı kararlaştırdık.

Sabah 4.30'ta bizim oradan Hauptbahnhof'a tramvay yok, mecburen gece otobüsüne binmem lazım. O saatte de bir gece otobüsü var ama istasyona 4.36'da varıyor. Şimdi dedim bu Almanlar dakiktir, kesin beklemez en iyisi erken gideyim ben dedim. 3.16'daki gece otobüsüne bindim, zaten beş dakikada istasyondaydım. Mcdonaldsa oturup bir saat bekledim. Saat 4.30 oldu yok ortada kız, aradım, mesaj attı 10 dakika geç kalıcam diye. Hava da soğuk, kar yağmaya başladı. Aradan 10 dakika geçti hala yok, koştura koştura bir çocuk geldi, o da bizimle geliyormuş, birlikte beklemeye başladık. Kız yarım saat gecikmeyle saat 5'te geldi. Tabi içimden bayağı küfür ettim 1.5 saat daha uyumadığım için. Hava soğuk, küçücük araba bir türlü ısınmıyor, yollar karlı ayaklarım donuyor, kız buhar yapmasın diye, ya da sigara içmek için ikide bir camı açıyor. Dondum resmen, bacaklarıma bir sürü şey sardım, ayağıma fazladan çoraplar geçirdim. Normalde yol 4 saat filan sürüyor, bizimkisi karlı yollardan dolayı tam 7 saat sürdü. Kızın da aklına şaştım, 10'daki uçağa hangi akla hizmet saat 5'te Leipzig'den çıkıyor! Dolayısıyla o uçağı kaçırdı, biz de saat 12.00 de şehre iniş yaptık. 20 euro tuttu. (Genelde hesap 100 kilometre başına 5 euro şeklinde yapılıyor.)

Gittim hostele giriş yaptım, eşyalarımı bıraktım, biraz şehri gezdim. Göle gittim, buz tutmuştu, insanlar üstünde yürüyordu. 2 saat kadar dolaştıktan sonra o kadar yorgunum ki hostele gidip yattım, zaten öğleden sonra da bizimkiler geldiler. Bu arada Meininger hostelde kalıyoruz. Bu hostelin Almanya'nın çeşitli şehirlerinde şubeleri var. Hamburg'taki gerçekten güzeldi. Berlin'deki o kadar iyi değildi mesala. Ama yine de uygun fiyatlara temiz yatak, sıcak su, sıcak oda, daha ne ister insan.


Ertesi günü çocuklarla geçirdim. İlk durağımız Repperbahn oldu. Burası kulüplerin, striptiz ve seks kulüplerinin, seks şoplarının ve barların olduğu bir yer. Travesti şov bile izleyebilirsiniz. Fiyatlara baktık, giriş 15 euro. Tabi içki filan dahil değil ama yine de bu tarz şovlar çok kaliteli olabiliyor, değebilir. Hayatımda ilk kez seks şopa da giriş yapmış bulundum. Bu caddekiler öyle kapalı karanlık olmadığı için gayet davetkarlar, utanmanıza sıkılmanıza gerek kalmadan gezebilirsiniz.


Şehri dolaştık, limana gittik. Motora binip Elbe nehrinde tur attık. Bazı yerler buz tutmuştu, gerçekten güzel manzara! Hava gerçekten çok soğuk, gezmek için çok uygun bir zaman değildi ama yine de bayağı bir yürüdük. Akşamları dedik, hostelin yakınında Urfa kebapçısı var, bizim Romenlere bir güzel kebap yedirelim. İki akşam da orada aldık soluğu. Lahmacun çok iyi değil ama kebap güzeldi. Hele üstüne bir künefe söyledik, değme keyfimize. Künefenin tadını unutmuşum, yıllardır yemiyorum. Böyle çok az şerbetli, ağza peynir tadı çok yoğun geliyor, enfesti, herkes bayıldı.
Cuma günü onlar erken yola çıktılar, benim de vaktim vardı, kanalların oradan yürüdüm, mağazalara girdim çıktım, sürekli kar yağıyordu, soğuktu, ben de kendimi devamlı starbucksa attım. Önemli mekanlara meraksız ama ota boka meraklı bir insan olarak, gezintim sırasında karşıma çıkan Scientology kilisesinin, artık tarikat mı kilise mi ne olduğu çok önemli değil, dükkanını gördüm. Tabi kaçmaz hemen içeri attım kendimi. Hemen biri geldi, hangi dilden en rahat konuştuğumu sordu. Türk olduğumu söyleyince bunların artık kutsal kitaplarımı yoksa artık ne olduğunu kavrayamadığım yaşamın temel kavramları tadında, kapak tasarımı bilim kurgu ya da korku filmi görüntüsünü hatırlatan Ron Hubbard denen adamın iki kitabını getirdi. Türkçe tercümesini! Zannettim herhalde şimdi bunlar bu din midir artık ne menem bir şeydir tüm dünyaya yaymaya çalışıyorlardır, kesin dedim bu kitaplar da ücretsizdir. Temel kitap 13 euroymuş!! Ya kardeşim versene bedava, belki bir mürit kazancan, belki kendi ülkemde çalışcam Ayşe ile birlikte. (TR'de Ayşe diye bir kız yapıyormuş bu işleri, sallamadıysa:)) Ben de birkaç ücretsiz dvd filan aldım, okuyim belleyim, belki Hollywood camiasına biraz yakın olurum filan diye.



Dönüş günü, Cuma, mitfahr lara baktım, dünya kadar alternatif var. Cuma günü olduğu için herkes evine dönüyor. Yine bir kadını denedim, telefonunu sürekli meşgule aldı. Bir adamı aradım, doluyum dedi. Sonra saat 15.30 için bir kadını daha aradım, gayet yardımcı oldu, nerede bulaşacağımızı ayrıntılı anlattı. Gerçekten çok kibar bir kadındı, bir kız daha vardı arabada, yol boyunca sürekli sohbet ettiler. Araba sıcaktı, uyuyabildim bile. Dönüşte genelde Hauptbahnhofa bırakırlar, kadın yurda kadar bıraktı beni. Dönüşümüz bu kez 6 saat sürdü. Yollar karlı ve buzlu olduğu için kışın mitfahr ile gitmek çok akıl karı bir iş değil ama bundan daha iyi bir alternatif de yok.

A Serious Woman?

Hastayım. Düsseldorf'un havasından mıdır nedir bilemedim, grip oldum. Çünkü orada hava biraz daha iyiydi. Cumartesi yaptığım uzun yürüyüş beni hasta etmiş olabilir. Çok sıkı giyinmemiştim sanırım. Sonra buraya geldim, hava sıcaklığı daha da düştü. İlk önce hapşırıkla ve burun akıntısıyla başladı, hissettim, bir tylol hot çakıverdim ama durduramadım. Ertesi gün hem kursun da son günü olduğu için mecburen dışarı çıktım ve iyice kötü oldum. Neyse ki, vücudumda titreme vs. yok. Boğazlarım şiş değil. En azından bunlar iyiye işaret. Burada doktora nasıl gidildiğini bilmediğim için de üşeniyorum. Tylol hot bitti şimdi, Theraflu forte'ye başladım. Birkaç güne kalmaz düzelirim gibime geliyor.

İşin kötüsü son ayım burada, kütüphaneden çıkmam, çalışırım diye hayal kuruyordum. Çok hoş bir hayal değildi tabi bu, sıkıntılı bir hayal. Ama şimdi yataktan çıkamıyorum. İki şey yapsam yorgun düşüyorum. Yattığım yerden bilgisayar elimde, internetten makale filan araştırıyorum. İyi mi oldu kötü mü oldu çalışmamak için bahane mi oldu bilemedim.

Zaten şu tez olayı beni çok kasıyor. Bir de bunun doktorası var, kasıldıkça kasılıyorum sanki yapmak zorundaymışım gibi. Uzun vadeli işler hiç bana göre değil, bir işi başladım mı mutlaka hemen bitirmeliyim. Tez gibi bir senelik bir iş yeterince sıkıntı verici. Bir satır alıntı için, kitap kitap dolaşıyorsun... Gitmeden burada yapmam gereken imza, banka hesabı, bir sürü bürokratik iş de beni kasıyor.

Şimdi vakit de yaklaştı ya, başka konularda da iyice kasılmaya başladım. İstanbula dönücem, her şey yeni gelecek bana. Annemler yeni eve taşındı, şimdi Emre ile güllük gülistanlık yaşıyorlar. Seda da yok, iyice zor olacak. Üstelik odamı yerleştirmemişler bile, öyle taşındığı hali ile duruyormuş. Gidince beni bir sürü yük bekliyor. Bir de artık kullanılmayan ama atmaya da kıyamadığım şeyler var ya, en çok onlar bana sıkıntı veriyor. Annem dedi ne çok çantanız varmış sizin. Alıyoruz, fermuarı gidiyor, 10 liraya fermuar yaptıracağıma gidiyorum 15e yenisini alıyorum, napiim. Artık kullanılmayan bir sürü hediyelikler, ıvır zıvırlar, çocukluğumuzdan kalma asla atmaya kıyamadığımız oyuncaklar, vermeye kıyamadığımız ama giymediğimiz bir sürü giyisi, eski defterler, rengi solmuş modası geçmiş eşarplar ve daha neler neler. Sadece benim olsa iyi, Seda'nın da bir sürü eşyasını toplamak da bana kaldı. Bir sürü yaşanmışlık, eskimişlik, hatıralar... Emre de tutturdu, bir daha gelmeyin, orada kalın, istemiyoruz sizi, odanızı da kiraya vericem diye. Zaten geldiğimizden beri "Alman domuzu" olduk çıktık. Kıskançlığından çatliycak yakında. :))

Beni kasan bir başka konu da iş. Piyasa düzeldi mi oralarda hiç bilmiyorum. İlk başlarda Haziran'a kadar tezi bitiririm, sonra iki ay dalış filan yapar yazın keyfini çıkarırım, yazın arada ders çalışır doktoraya hazırlanırım, Eylül'de de çalışmaya başlasam değme keyfime filan diye plan yapıyordum. Nerden geldiyse aklıma dönüşte iş bulmalıyım çalışmalıyım filan gibi telaşa kapıldım. Hatta dün kariyer.netten iş başvurusunda bile bulundum. Bir yandan kovuyorum bu kötü düşünceleri, bir yandan şu para denen illet neden bu kadar önemli diye yeni düşünceler beliriyor...

Dün Gökhan'la Cohen Kardeşler'in "A Serious Man" filmini izledik. Bence film çok komikti. Komedi filmi değil tabi. Ama Cohenlerin filmlerindeki tuhaf durumlar ve diyaloglar beni çok güldürüyor. Aslında "ufak" sorunları olan bir adam, filmin sonuna doğru çok daha büyük sorunlarla karşılaşıyor. "Küçük" soruları, kaderi için hep bir cevap arıyor ama sonunda kendisini bekleyen, her şeyi yalayıp yutan kasıp kavuran dev bir boşluk... Birçok sorunun cevabı bile yok. Cevap bulmak için uğraşmak, tasalanmak bile yeni sorulara, sorunlara yol açıyor. En iyisi hiç cevap aramamak. Keşke her şey matematik gibi olsa, her sorunun çözümü ve cevabı belli olsa... Matematik "olasılık sanatı" değil miydi, olasılık sanatı neydi o zaman diye soruyor "ciddi adam"?... İstatistik miydi olasılık sanatı? Bir torbada olan kırmızı, mavi ve sarı topları çektiğimizde hangisinin gelme olasılığını niye merak ediyoruz, ya da zar attığımızda, ya da piyango bileti aldığımızda... Keşke merak etmesek... Akıyor işte hayat. Biz hayatımızla ilgili planlar kurarken, bir kasırganın gelip elimizdeki her şeyi alma olasılığı ne kadar?

Tamam artık kurmuyorum, kasılmıyorum, plan yapmıyorum, odam da kalsın öyle, iş miş de umrumda değil. Şu ana odaklandım. Leipzig, tezim, belki bir daha hiç göremeyeceğim dostlar ve ben... Rahatsız etmeyin...

Düsseldorf


Perşembe sabahı saat 4'te kalkarak 5.40 trenine bindim ve tuttum Düsseldorf'un yolunu. Aktarma yaparak 5 buçuk saatte gittim. Tren istasyonuna indiğimde sabah 11 filandı, hava güneşli ve çok güzeldi. Tren istasyonunun hemen karşısındaki turist information bürosundan harita ve metro haritası alarak otelin yerini işaretlettim. Yürüyerek 5 dakikaydı otel, eşyalarımı bırakıp dalış fuarının yolunu tuttum. Hayatımda bu kadar büyük bir fuar alanı görmedim. Halle 1'den girdim, 3'e gidicem, git git bitmiyor. Her bir halle kendi içinde bir fuar zaten. Uzun bir yürüyüşten sonra buldum ve kendimi sevgilimin kollarına attım.
Perşembe ve Cumayı fuarı gezmeye ayırdım. Dünyanın dört bir yanından gelen dalış merkezlerinin broşürlerine içlenerek baktım. 14 günlük yat konaklamalı dalışlar mı desem, Wakatopi mi desem, yemyeşil sular, bembeyaz kumsallar mı desem, köpekbalıkları mı desem mercanlar mı desem, herbiri birbirinden muhteşem. Fiyatlar da bir o kadar muhteşem tabi. İki kişilik iki hafta dalış tatiline 10-15 bin lira filan ayırın. İnce hesap için kulübümüze danışabilirsiniz. (Reklam da yapim :P)

İşte iki gün boyunca akşama kadar fuar dolaştık, akşamları da kendimizi restoran, barlar, mağazaların olduğu Altstadt'a eskişehre attık. İlk akşam beni, bir önceki akşam da gittikleri Arjantin restoranına götürdüler. Diğer akşamlar da inanılmaz lezzetli ve çok uygun fiyatlı İtalyan restoranın yolunu tuttuk. Burdaki pizzacılar muhteşem. Hepsi gerçekten İtalyan ve çok güzel pizza yapıyorlar. Biraz daha küçüklerini, köşelerdeki mini pizzacılarda çok uygun fiyatlara yiyebilirsiniz. (Colopic) Biz İtalyan restoranda (Arlecchino) iki akşam da pizza ve domatesli ve kremalı midye yedik. Tek kelimeyle harikaydı.



Yemekten sonra şehir merkezinde dolaşırken, içeride 40 yaş üstü insanların olduğu jaz barı görünce aklım başımdan gitti ve yalvar yakar Emin'le Murat'ı içeri sokmaya çalıştım. Yok efendim cazdan nefret ederlermiş, gençlerin olduğu barlar varken niye yaşlı barına gidiyormuşuz vs. diye bir sürü söylendiler. Fazla kalmama ve içki ısmarlama sözüyle bir süre bunları burada tuttum. Grup gerçekten muhteşemdi. Çok eğlenceli parçalar çalıyorlardı. Sonra mini etekli kızların bar üstünde dans ettiği bir kulüpte soluğu aldık. Buradaki barlar, kulüpler gerçekten çok iyi. Barına, kulübüne göre yaş ortalaması değişiyor, bu son gittiğimiz kulüpte bizim gibi orta yaş gençler vardı.

Ertesi akşam yemekten sonra bu sefer bunlar tutturdular, jaz bara gidelim, müzik süperdi diye. Yemekte yuvarladığımız iki şişe şarabın üstüne bir şişe de orada devirdik. Ben sürekli dans ediyorum. İki amca, muhteşemsin, türksün sen değil mi diye beni tebrik ettiler :P Kafalar da güzel, süper eğlendik.


Cumartesi gününü şehir merkezini gezmeye ayırdım. Otelden vurdum kendimi, yürüyerek yarım saatte merkezdeydim. Tourist information küçük bir harita vermişti, ya böyle harita mı olur, bu kadar mı şehir yani diye söylenmiştim. Ama gerçekten de şehir merkezi denen yer, o kadar, bir A4 sayfasından daha küçük. Königsalle diye bir yer var, ortasında nehir geçiyor, sağlı sollu birbirinden ünlü markalar sıralanmış, Berlin'in Unter den Linden'i, Paris'in Şanzelize'si gibi burası. Nehre doğru giderken de arnavut kaldırımlı sokaklardan eskişehir'de olduğunuzu anlıyorsunuz. Burada bir çikolatacıya rastladım, aklım başımdan gitti. Pralin çikolata hastasıyım ben. Burada da böyle envai çeşit pralin vardı. 100 gramı 10 euro tuttu ama yok böyle bir lezzet! Gut & Gerne mağazanın adı, oturup bir şeyler de içebiliyorsunuz. Merak edenler için adresi: http://www.schokoladenfachgeschaeft.de/index.php


Merkezi dolaşırken birden Rhein nehri sizi karşılıyor. İki yakayı üç köprü ile bağlamışlar. Nehir kıyısında yürüyüş ve bisiklet yolları, parklar var. Yazın eminin kafelerle çok daha canlı ve renkli oluyordur burası. Ben yine de şanslıydım, hava çok soğuk değildi, güneşliydi, nehir boyunca çok uzun bir süre yürüdüm.

Düsseldorf gerçekten keyifli bir şehir. Almanya turu planlayanlara, bir gün bile olsa mutlaka tur planı içine almalarını öneririm.

Buruk

Kaç zamandır plan dahilinde ve sonunda gerçekleşiyor. Sevgilim Almanya'ya geliyor. Düsseldorf'ta dalış fuarı var. Dalış bahane aslında, asıl hedef beni görmek. Bugün Murat'la birlikte vardılar, ben de akşam Monjalara börek partisi sözü vermiş olduğum için yarın sabah erkenden Düsseldorf'a hareket ediyorum.

Hazır Emin gelmişken, birkaç parça eşyamı ona veriyim, İstanbul'a götürsün dedim. Küçük bavulumu doldurdum. Sığmadı tabi göndermek istediklerim, yanına bir de torba yaptım, Emin'in minik bavuluna sığıştırırım diye.

Artık neleri giymem, nelere ihtiyacım olmaz diye bu iki çantayı doldururken, bir buruk oldum. Günlerdir bu işe kafa yorduğum için günlerdir buruğum. Leipzig'den ayrılışımın ilk somut göstergesi olduğu için... İstanbul'u, dostlarımı, ailemi çok özlüyorum, o ayrı. Ama burası başka bir yaşam oldu sanki benim için. Bir yandan alıştım, bir yandan gideceğimi bildiğim için hiçbir zaman tam anlamıyla alışamadım. Çok özledim İstanbul'u, ama Leipzig'i de şimdiden özledim. Böyle içimde bir şey, boğazımda bir düğüm yumulu. Ağlayacağım ağlayamıyorum. Gözyaşlarımı gerçek ayrılığa saklıyorum...

Bu aralar buna taktım

İranlı kabusumdan sonra, İran'ı bu kadar merak edeceğim aklımın ucundan bile geçmezdi. İlk önce yeni keşfettiğim Özlem Pansiyon http://ozlem-pansiyon.blogspot.com/ blogunda Özlem'in İran ile ilgili muhteşem videosunu izledim ve İranlı müzisyen Mohsen Namjoo ile bu vesile ile tanışmış oldum.

O gün bugündür Youtube'dan sürekli kendisini dinliyorum. O nasıl bir ses, o nasıl bir yakarıştır! Hayran oldum ve tutuldum bu adamın sesine, müziğine. Biraz isyan da sezdim ama ekşisözlük'te okuduğum "İran'da yasaklı olduğu ve Hollanda'da yaşadığı" dışında başka bir bilgi edinemedim. Birkaç şarkının sözlerini okudum, aşk temalı çoğu. Hiç öyle konser insanı olmamama, gelmiş geçmiş en iyi seslerin İstanbul konserlerini göz göre göre kaçıran biri olmama rağmen, kendisinin Avrupa'da konseri var mıdır diye bile araştırdım internetten. Hiçbir bilgiye erişemedim ama.

Acilen bir album almam lazım, zira İnternet limitim 20gb, bu kadar takık bir şekilde dinlemeye devam edersem her an bitebilir. Merak ederseniz buyrun, bu şarkının dışında Toranj'ı ve aslında hepsini öneririm.

Bu arada dün akşam Gökhan ile daldığımız hayallere bir İran seyahati ekledik. Çok da içmedik ama bakalım hatırlayabilecek miyiz. :)) O değil de Farsça mı öğrensem?

Zolf Bar Bad
http://www.youtube.com/watch?v=6rgt5hzMvCI

Let not the wind into your tresses or I will go into the wind
Let not seduction be your way or I will loose mine
Drink not with any old contender or I will drown in pain
Savor not your wine or I will turn red in sobriety
Lock not your hair or I will be locked in remorse
Twist not your hair or I will get twisted
Become not the rival's friend or I will become mad with rivalry
Feel not for others or I will cease to feel
Open your face and I won't need a flower
Stand tall and I won't need the air of heights
Paint not the town red or I will shed blood for tears
Cherish not the other's company or I will perish
Steal not the limelight or all light will leave me
Ogle not or I will melt beneath your gaze
Be kind to this poor suitor and come to my aid
For me not to appeal to the Messenger
Hafez will never turn away from...

Doğumgünü hazırlığı

Bugün Monja'nın doğumgünüydü. Yarın konserleri olduğu için çok içmeyelim, öğleden sonra bir beş çayı partisi verelim dedi. Okuldan arkadaşlarını çağıracaktık. Çoğu benim gibi Erasmus öğrencisi ya da uzun dönemli burada öğrenci. İlk başta burada yapalım dedik ama yine sandalye sorunu ortaya çıktı. Monja da bir arkadaşının evine bizi çağırdı.

Geçen gün Monja ile Eisenbahnstrasse'ye gittik. Burası Türk marketlerinin olduğu bir sokak. Ne ararsan var neredeyse. Ben de ilk kez gidiyorum. Monja hem çaydanlık ve Türk çay bardağı almak istiyor hem de Türk çayını o kadar çok seviyor ki, ona gösteriyim, öğrensin, ben döndükten sonra da alabilsin istedi. Girdiğimiz ilk bakkalda, -evet ya bakkal işte-ne güzel ya çok nostaljik oldum- aklım başımdan gitti. Monja dedi, biz doğum günlerinde sadece tatlı yeriz, dedim o zaman tuzlu bir şeyler yapayım da millet Türk işi bir şey görsün. Beş çayı doğum günü partisine ne yapabilirim diye düşünmeye başladım. Hazır üçgen şeklinde kesilmiş yufkaları gördüm, sigara böreği yaparım dedim, aldım, Pınar beyaz peynir gördüm aldım. Maydanozlar boylu poslu ve muhteşemdi, her halukarda bir şeylere katarım dedim aldım. Leblebi aldım. Tepsi tepsi baklavalar vardı, Monja ben bunları çok seviyorum dedi, ayak üstü 7-8 dilim aldık, akşama kadar bitirdik. Sonra dedi ki, doğumgünümde bana baklava getirir misin, tabi ki dedim.

Sigara böreği ve kısır yapmaya karar verdim. Dün hem baklava hem kısır malzemesi için tekrar Türk marketinin yolunu tuttum. Kısır için biber salçası, domates salçası aldım. Aklımda nar ekşisi de vardı ama hem üşendim hem de dedim ne koyarsam koyayım millete yuttururum.

Dün akşamdan beri de bir heyecan sardı beni. Ama kısırı ilk kez deneyeceğim, nasıl yapıldığı hakkında en ufak bir fikrim yok. Sigara böreği desen sadece anneme sararken yardım etmişliğim var. Hatta bir ara "ay yumurta konuluyo muydu bunlara" filan diye düşünmeye başladım. Neyse dedim illa ki yaparım ben bu sigara böreğini ama kısır nasıl olacak? Dün akşamdan bir tutam ince bulgurla deneme yapayım dedim. Bastım içine sıcak suyu ama sanki böyle sert sert oldu. Buradaki bulgurlara da pek güvenemiyorum, çünkü mesela pirinç hiçbir şekilde istediğim gibi pişmiyor. Bulgurdan şüphe ettim, en iyisi bir bilene danışayım dedim. İnterneti açtım baktım, tariflerde sanki böyle eksik anlatıyorlar. Sonra dedim anneme sorayım. Emre msn'deydi, annemi msn'ye çağırmasını istedim, her zamanki artisliğiyle çağırmadı bile. Kesin sen bilirsin anlat bakalım şu kısırı bana dedim. Emre yağda kavuracaksın önce dedi. "Ya bak Emrecim" dedim "canım kardeşim, hiçbir tarifte böyle bir şey yazmıyor, millet su koyuyor, bekletiyor, emin misin kavuracağıma?" "Üf saçmalama, salak mısın, kavurmadan olur mu, pişer mi hiç, pilav gibi yapacaksın" diye Emre bir dolu saydırdı bana. "Nar ekşisi koy dedi, nar ekşisiz hayatta olmaz, hiç yapma daha iyi" dedi. Hayda dedim, üşendim almadım bu nar ekşisini, şimdi almadan olmuyormuş dedim, çıktım baktım Rewe'ye haldır haldır nar ekşisi aradım. Millete sordum "nar sosu" diye, ne diyorsun diye baktılar bana. Sonuç olarak nar ekşisi filan yok, limon da olur dedim. Mecburen! Emre'ye güvenemediğim için, Özlem'den, Seda'nın Co'su, yardım istedim. Özlem üşenmedi sağolsun, ablasından tarifi alıp yazdı bana. Hep birlikte Emre'nin de benimle kafa bulduğu ve abla ile dalga geçtiği için taş olacağı sonucuna vardık.

Gece uyuyamadım yemin ederim. Böyle bir heyecan bir heyecan. Yetiştirebilecek miyim, becerebilecek miyim acaba diye. Sabah 9a saati kurdum. 12'den önce kalkamayan ben, pıt diye uyanıverdim. İlk önce yufkaları sardım. Ama yufkalar, bizim bildiğimiz yufkanın üç katı kalınlığında, ucu yapışmıyor bile böyle. Kesin dedim dağılacaklar. Neyse sonra kısırı ısladım ve inanamadım suyunun ayarını iyi yaptığıma, süper oldu. Malzemelerini koydum, limonladım filan mis gibi oldu. Sabahtan da benim kuzulara brunch sözü vermiştim, bir de misler gibi kahvaltı hazırladım onlara, krepler yaptım.




Doğum günü partisine gitmeden yarım saat önce sigara böreklerini kızartmaya başladım. Neyse ki dağılmadılar ama içindeki peynirler dışarı büyük bir gürültüyle pörtlediler ve mutfakta duvar dahil her yer peynir oldu. Annem aklıma geldi. Çünkü hep derdi, az koy peynirleri diye. Hep cimrilik yapıyor diye düşünürdüm, ne güzel işte bol bol peynirli yiyelim derdim. Meğersi peynirler böyle taşmasın diye dermiş!




Sigara börekleri anında bitti. Fransızı, Hollandalısı, Norveçlisi, Almanı, Güney Afrikalısı, İsraillisi herkes bayıldı. Tarifini sordular, parmaklarını yediler. Hatta sigara böreği partisi yapalım, bize de yapmasını öğret dediler. Ben gitmeden bir sigara böreği partisi yapmaya karar verdik.

Geriye de peynire bulanmış mutfak ve bir sürü bulaşık kaldı...


Prosecco içtik. İtalyan gazlı beyaz şarap.

Sırasız düşünceler

Burada en uyuz olduğum olaylardan biri de sıra beklemek. Gayet tabi, medenice bir olay bu sıra beklemek. Türkiye'de beklemeyene uyuz olurum, çıkışırım hatta araya kaynayana. Ama burada bekleyemiyorum işte. Çünkü bu Almanlar yavaş! Mesela hani Türkiye'de bakkala girersiniz, sizden önce gelmişler vardır orada, ama bakkal abiye "abi bana iki marlbora versene ordan" diyebilirsiniz. Çünkü bakkal abi hem bir önceki müşterinin hesabını yapabilme, hem size marlbora verebilme ve parasını alıp verebilme, hatta o sırada telefonla bile konuşabilme yeteneğine sahip bir insandır. Ama burda işte o yetenekli abilerden yok. Bir dükkana girdiniz diyelim. Sizden önce insanlar var. O insanlar alacaklarını alıp, dükkandan ayrılıncaya kadar beklemek zorundasınız. Örneğin mesela kontör alacaksınız, sizden önceki telefon alıyor ve tüm detaylarını öğreniyor telefonun, bir kart kontor için bile bekliyorsunuz.

Bir gün bir mağazada, kasanın önünde bir müşteri var, ben de kasanın diğer yanında beklemeye başladım. Sonra benden sonra gelenler, kasanın öbür yanına geçtiler ve kuyruk olmaya başladı. Ben herkesten önce gelmeme rağmen, kasanın yanlış tarafında beklediğim için kasiyer beni almadı, taa sıranın en sonuna gittim.

Ezgi anlattı. Bir gün alışveriş yapmış, almış torbayı eline çıkmış dışarı. Bakmış torba yırtık, torbayı değiştirmek için tekrar geri dönmüş. Sıraya gir demişler!!

Burada bir bar var. Ne zaman gitsem barın önünde sıra var. Çünkü koca bara bir kişi, iki kişi filan bakıyor. İnsanlar da gayet "medeni" oldukları için sıraya giriyor. Bir gün girdim bekliyorum, benden önceki kişilerin önüne birileri kaynayarak alacağını aldı, ses çıkarmadılar. Sonra tam sıra bana geldi, sarhoş çocuğun teki geldi, önüme girdi, siparişini verdi. Tam o sırada ben çıkıştım. Arkamda da böyle uzun boylu yapılı abiler var, 10 kişilik filan sıra var. Çocuğa dedim, sıra var burda, sıraya girsene. "Barda sıraya girilmez" dedi, döndü kıçını. Şimdi bir Osmanlı çocuğu olarak, tepesine binmem gerekirdi, arkama baktım, kimseden çıt çıkmıyor. Çok terbiyesizsin filan dedim ve hiçbir şey almadan çıktım sıradan. Hakları yenince sesini çıkaramayan Almanların bu kadar mal olabileceklerine inanamayarak...

Yok ya, var bu millette bir mallık, henüz çözemedim. Gerçekten derinlemesine incelenmesi gereken bir toplum. Üzerlerine tez yazılır. O kadar dar görüşlüler ve at gözlüğüyle bakıyorlar ki her şeye, yeni bir şey üretmeleri, çizginin dışına çıkmaları zor. Sıra kasanın sağından olursa hep sağındadır, solundan gitmez. Sanırım onlardan istenen de bu. Çizgileri aşmamak, biri sırayı bozduğunda sorun çıkarmamak. Her şey olması gerektiği gibi. Farklı bir şeye yer yok.

Sanırım hepsi ikinci dünya savaşı travmasının sonucu. Ve daha sonra yaşadıklarının... İşte o yüzdendir belki de hep hatırlamak, bir daha yaşamamak için Nazi Almanyası ve DDR'i ağızlarına sakız etmişler. Örneğin daha çocukken, okuldayken toplama kamplarına geziler düzenleniyormuş. Aslında bu güzel bir şey ama, Monja küçük çocuklara "Sizin büyükbabalarınız yahudileri işte burada yaktı" diye söylediklerini ya da bilmiyorum, ima ettiklerini anlattı. Yaa toplama kampına niye gezi düzenlenir ki, ben bunu bile anlamakta zorluk çekiyorum, niye bu kadar çok Nazi Almanyasından ve DDR'den bahsettiklerini hiç anlamıyorum. Tamam biz de birçok şeyi konuşmuyoruz, hatta ve hatta dile getirmemiz bile yasak ama Almanlar da biraz abartıyor gibi geliyor.

İşin ilginç kısmı, Berlin Duvarını yıkan da bu millet, Soğuk Savaşı sona ermesinde itici güç olan da. O nasıl bir isyandır ki, Doğu Almanya'da daha demokratik bir hükümet ve yabancı ülkelere gitme hakkı gibi basit haklar için Leipzig'de başlayan gösteriler, iki ay boyunca her Pazartesi sürmüş, duvar yıkılana kadar. Başka şehirlerden Leipzig'e insanlar geliyormuş, her Pazartesi! Merak ediyorsanız wikipedia'da Monday demostrations diye aratabilirsiniz. Berlin Duvarını yıkan bu halk mı, sırası alınınca sesini çıkarmayan bu çocuklar kimin çocukları?


Fotoğraf kaynak: wikipedia

Sıraya girmek dedim, nereden nereye geldim. Sadece biraz şikayet etmek, kaç zamandır aklımda olanları yazmak istedim. Hassas konu dedim, çok konuşmiyim dedim ama onlar benden çok konuşuyorlar. Sosyolog değilim, siyaset bilimci değilim. Gözlemlerimde ve tespitlerimde yanılmış olabilirim. Bu yazdıklarım sadece ve sadece beni bağlar, ama görüş bildirmek serbest, hem de sıraya girmeden...

Bebekli öğrencilik

Ben bir okulda, bir üniversitede bu kadar çocuk olabileceğini aklımın ucuna bile getirmedim. Anam her yer bebe kaynıyor ya. Herkesin elinde bir çocuk arabası. Yemekhanede, girişte, çıkışta, kafede. Etrafta karnı burnunda daha yaşı kardeşimden bile küçük kızlar görüyorum. Almanlar, Asyalılar herkesin kucağında bir bebek. Mensa'da bebekler için oyun alanı var. Bu oyun alanlarının yanında bebekli anne babaların yemek yiyeceği yerler ayrılmış, gidip oraya oturamıyorsunuz boş olsa da. Etrafta afişler var, hem ebeveyn hem öğrenci nasıl olunur seminerleri vs. Merak ediyordum kaç zamandır, bu çocuklarla derslere giriyorlar mı diye. Derslere de girilebiliyormuş. Bebek ağlarsa çıkıyorsunuz ya da derste emzirebiliyorsunuz bile.

Şimdi kesin bilmiyorum tabi, tamamen gözlemlerimi, duyduklarımı yazıyorum. Leipzig Üniversitesi Almanya'da en çok çocuklu öğrencinin olduğu üniversiteymiş. Devlet de bu çocuklu öğrencileri destekliyormuş. İşte çocuk için aylık bir para alıyorsunuz, sonra yol, yemek vs. parası filan veriyorlar. Hatta ve hatta evli değilseniz hem anne hem baba ayrı ayrı alıyorlarmış bu parayı. Evlendiğinizde o kadar fazla para alamıyormuşsunuz. Duyduğuma göre boşanmak da masraflı bir iş olduğu için kimse evlenmiyormuş.

Ben bunları Almanca dersinde öğrendim. Konu Almanya'daki aile yapılarıyla ilgiliydi. Hoca böyle bir şema dağıttı, Almanyadaki aile yapılarının nasıl olduğunu gösteriyor. Geleneksel aile yapısı var tabi. Ama bir de yanında mesela "Hafta sonu ailesi", "hafta sonu birlikteliği: bu resim bir erkek bir kadının ve yanında yatağın olduğu bir resimdi!!", "patchwork ailesi", "lezbiyen aile", "gay aile", "çalışan anne baba", "çalışan anne, ev erkeği". Patchwork aile mesela, biriyle birliktesiniz ondan çocuğunuz oluyor, sonra ayrılıyorsunuz başka biriyle birlikte oluyorsunuz ondan da çocuğunuz oluyor, sonra eski eşiniz de başka birinden çocuk yapıyor, yani ortada bir sürü ana baba ve bir sürü üvey kardeşli dev bir aile var. Hafta sonu ailesi mesela erkek şehir dışında çalışıyor, sadece hafta sonu evine geliyor. Sadece kadının çalıştığı ve erkeğin ev işlerini yaptığı ve çocuklara baktığı bir aile tipi daha var. Lezbiyen ve gay aile resimlerinin yanında da iki erkeğin yanında çocuk, iki kadının yanında çocuk filan vardı! Kadınların çocukla yaşamasına izin veriliyormuş ama iki gay erkeğin çocukla yaşamasına izin verilmiyormuş. Böyle bir sürü bir sürü varyasyon işte, artık hayal dünyanızı çalıştırıp farklı varyasyonlar da düşünebilirsiniz.

Tandemimin anlattığına göre erkekler iyice şaşkın durumdaymış. Modern aile yapısı dolayısıyla aldıkları rol konusunda biraz kafaları karışıkmış. Ayrıca kadınlara yaklaşma, iletişim ve ilişki kurma konusunda buradaki erkeklerin çok pısırık olduğunu da söyledi. Telefon numarası istemekten bile korktuklarından, hatta böyle çıkarken "seni öpmeme izin verir misin" gibi gerizekalı cümleler kurduklarından, bir yerlere gitme gezme konusunda hiçbir öneri getiremediklerinden ve her şeyi kız tarafına filan bıraktıklarından bahsetti. Yalnız burası Doğu Almanya, Batı'da durum daha farklı olabilir. Ama komik yani!!

O değil de ben de hem doktoramı hem bebeyi aynı sırada çıkarabilir miyim diye düşünüyorum. Düşünsenize İstanbul Üniversitesi kampüsünde çocuk arabasıyla bir tip geziyor oradan oraya, derse giriyor filan. Neden olmasın ya neden!! :))

Yumurta kapıda

Yazıcam yazıcam diyorum kaç gündür, bir yandan ne yazsam ne yazsam diye düşünüyorum bir türlü karara sonuca varamadım. Ben de çektim klavyeyi ellerime başlıyorum işte şundan bundan bahsetmeye.

Gökyüzünden inen beyaz şey var ya, hani altıgen, biri diğerine benzemiyor, çok güzel romantik olan şey, onun fotolarını koymam Magissa (ya bi link vermeyi öğrenemedim, buraya bakın: http://kedilicadi.blogspot.com/2010/01/bugun-sinirlerime-dokunan-bloglar.html ) tarafından yasaklandı. Şimdi en azından istanbula bu beyaz şeyden yağar bu arada, onun siniri geçer, beni belki tekrar bağrına basar diye foto koymuyorum, Magissa'nın gazabından korktuğum için o beyaz şeyin ismini de geçirmemeye karar verdim.

Ayrıca hayatımızın kabus olduğunu da tekrar söylemeden geçemeyeceğim. Ana yollar yeni yeni temizlenmeye başladı. Belediye bi zahmet kıçını kaldırdı! Ara yollar hala beyaz şeyle kaplı. Bu yollara çöp arabası giremiyor bu yüzden, çöp tenekeleri doldu taşacak. Yürürken embesil gibi yürüyoruz, çünkü kumda yürür gibi aynen. Çölde miyim, Türkiye'nin doğusu mu burası, Avrupa'nın göbeği mi anlamış değilim. Şaşkınlık içindeyim gerçekten. Bizim kıytırık belediyeler bile iki gün sonra k.. mar bırakmıyo ortada.

Şu aralar pek bir motivasyon içerisindeyim. Yumurta kapıya dayandı tabi. Dönmeye az kaldı. Tezime bir sarıldım ki sormayın. Yani öyle gece gündüz çalışmıyorum tabi de yavaş yavaş o günlere de yaklaşıyorum. Bende hep böyle son dakika çalışmaları işe yarıyor. Nedense o ödevler de hep bir gece önceden gece yarısı bitirilir, çıktı alma işi de derse girmeden 5 dakika önceye sarkardı. Yok başka türlü ilham filan gelmiyor çünkü.

Bu motivasyonumun bir sebebi de daha net düşünüyor olmam sanırım. Birçok konuda. 2009 için son dileğim, 2010'da gerçekleşmesini dilediğim "if" olmadı. Kariyer hayatım ile ilgili olduğu için prensip olarak ne olduğunu da söyleyemeyeceğim. Üzgünüm :)) Ama tam onlardan teşekkür mesajı gelmeden bir gün önce iyice bir incelemiş, çok da profilime uygun olmadığını görmüş, neden istiyorum ki gibi sorular aklıma takılmıştı. Belki kendimi rahatlatmaya çalışıyorum ama bırakın da böyle tatmin olayım. Hem neden istediğimi de gayet iyi biliyorum artık. Dedim ya daha iyi düşünüyorum...

Şu önümdeki iki ay yoğun ve hızlı geçeceğe benziyor. Ocak sonunda Almanca kurs bitiyor. Ocak sonunda Emin Almanya'ya geliyor, Düsseldorf'ta dalış fuarı var. Ben de Düsseldorf'a gideceğim. Şubat başında belki burada ziyaretçilerim olabilir. Şubat sonunda da Sedamı görmeye gideceğim. Bir hafta sonra da buradan ayrılıyorum. O yüzden bir sıkışıklık var. Tezime amaaann İstanbul'da devam edersin işte diye düşünüyorum bir yandan. Ama bende hiçbir zaman işler öyle yürümüyor. Ne zaman böyle bol vaktim olsa, aman çalışmıycam bir süre yayıcam, ders çalışcam, İstanbul Film festivalini gündüz de dahil olmak üzere iki hafta boyunca izliycem, yaz da geliyor tatil de yapcam dalış da yapıcam, dalış asistanlığı hocalık için biraz kasıcam desem hep birşey çıkıyor. En son böyle planlar yaparken reddemeyeceğim bir iş teklifi almıştım. Zaten iş aramadığın zamanlarda iş geliyor seni buluyor. O yüzden ben de aramıyorum :PP Kısmet bakalım dönüşte neler olacak. :))

O değil de acayip özledim ben ya İstanbulu. Burası da çok güzel, arkadaş ortamı, yaşam vs., tadını çıkarıyorum doya doya ama ev gibisi yok ya...

Seda'm


Sedam... En küçük kardeşim...

Bugün doğdu güzelim benim. Ben yedi yaşındayken. Annem eve getirdiğinde sabahtı, tam da okula gitmek üzereydik. Annem gel kardeşine bak dedi de, aman ne görcem sonra görürüm diye çıkıp gitmiştim. Böyle bir meraksız öküzüm işte ben. :))


Şimdi bu Seda doğduğunda daha ortada isim filan yoktu. Günlerce isim düşündüler bizimkiler şu mu olsun bu mu olsun diye. Benim de ilkokul birinci sınıfta Seda diye bir arkadaşım vardı (karıştırılmasın 3. sınıftan itibaren olan ilkokul arkadaşım Seda ile bir ilgisi yoktur bu kişinin) İşte bu Seda böyle solgun benizli, mıymıy uyuz bir kızdı. Ben de dedim ki kendi kendime, şimdi annem babam isim söylüyorlar, sonra olmaz diyip yeni isme geçiyorlar, hiç adının Seda olmasını istemediğim için, söyliyim de şu ismi aradan çıksın dedim. Korktum çünkü adını Seda koyarlar da soluk benizli uyuz bi şey olur diye. Amaninn beğenmesinler mi bu Sedayı!! İşte bu yavrucağın adı o gün bugündür Seda kaldı, değiştirmeye fırsat olmadı bir türlü. Uyuzluğu değil de aynı soluk beniz yaaa, bu kadar olur!!!



Seda teyzemin kucağında, kuzenler Burcu ve Çağıl iki yanda, ben arkada

İlk gün yüzüne bakmadım ama sonra çok baktım, çok ablalık ettim, o hatırlamaz, mamasıdır, gezdirmesidir, servisten karşılamasıdır, baleye götürmesidir ööö bi sürü işte. :PP Ama abi (bi de Emremiz var) abla bir olup, klasiktir, kötülük de ettik çok, kalk su getir, şunu yap, bunu et, peşimizden gelme vs., inşallah hatırlamıyordur bunları. :) Ama valla Emre yapmıştır bunları, ben hiç hatırlamıyorum öhöm :PP O da bir dediğimizi iki etmedi yavrum. Elimizde oyuncak ettik yavrucağı. Daha bebekti de koltukta oturtmaya çalışmış, oturtunca onu orda bırakıp anneme haber vermeye içeri gitmiştik, döndüğümüzde yerdeydi. Hafif bir çatlaklık vardır kafasında, gerçi baba tarafından kalma çoğu, ama arada bi dellenmesi filan işte koltuktan düşürdüğümüz için oldu. Ya da bilmiyorum, zekası bu düşmeden sonra da fırlamış olabilir.

Bir de anlatır çok, ben hiç hatırlamıyorum. Küçükken Emre ile bunu parkta salıncağın üst demirine barfiks yapar pozisyonda bırakıp gitmişiz. Yemin billah böyle bir olay hatırlıyorsam!!! Ama diyorum işte Emre'nin işidir kesin. :D

Dedemin güzeller güzeli bahçesinde Emre, ben, Seda sanırım kiraz yiyoruz
Ama yavrucağın hiç sesi çıkmadı. Hiç yaramazlık etmedi, çok uslu bir kız oldu hep. Anamm yoksa hiç fıske yememesi bu yüzden midir ya?? Terlikle anam babam peşimizden kovaladı Emreyle bizim de, bu kız tek bir gün fıske yemedi allahım yaa!! Niye yaa!! Ne biçim adalet bu! Hala uyuzum bu duruma. Atlatamadım :(( Sanırım bu duruma uyuz olduğum için bir gün çok ağladı da yanağına dokunduruverdim, allahım sonra yüzmilyon filan pişman oldum. Bunu da atlatamadım ya, bir psikologa filan gitsem diyorum. :(

Annem hep, kıskanıyorsunuz yavrumu dedi durdu. "Ay ne kıskancaz yaa küçücük şeyi, büyüdüm ben niye kıskaniyim ki, ne alaka filan, aman sen de anne" diye söylendim durdum anama. Şimdi bile itiraf edemiycem vallahi. :D Ama ananane ana teyze sülalesine benzemeyen şu incecik vücudu, alımı, kıvır saçları, sevimliliği kıskanılmıycak gibi değil yani. Yok diyorum ya hiçbirimize benzemiyor bu, var bi bok!
İşte el bebek gül bebek büyüttük biz bunu da, hiç şımarık olmadı. Hep bildi kendini, acayip sorumlu oldu her şeye, yeri geldi kardeş oldu yeri geldi abla oldu, yeri geldi anne oldu yemekler kekler börekler yaptı bize, hasta olduğumuzda baktı. Becerikli oldu, çalışkan oldu, bak yine 98 aldım sınavdan 100 alamadım, iki puanım niye gitti diye oturdu ağladı, bir kez değil çok kez! Sadece bazen şu ağzını bıçak açmaz yaa, ona uyuzum arada ama alışıyor işte insan zamanla, o da büyüyor, konuşmayı da öğrenicek zamanla. ;)

Şimdi bu yavrucak, 85 doğumlu, bugün 25 oldu. (Artık 25e bastı mı bitirdi mi o hesaplar yoruyor beni, 2010'dan çıkar 1985'i 25 çıkıyor işte sonuç!!). Ama bana hala böyle küçük geliyor. Ben çok büyüktüm gerçi 25 iken. :PP Ama kardeş büyümüyor işte. Koynuma alıp sevesim geliyor hala. Üniversite bitirdi, psikolog oldu, nasıl yaa diyorum, daha dün çocukken nasıl bugün koskoca kadın oldun yaa. İnanamıyorum bu kadar büyüdüğüne...

Şu anda Sedam da Almanyada. Müthiş bir mücadele veriyor hayatla. Belki de hayatının en önemli tecrübesini yaşıyor. Şimdi değil belki de ileride daha tadına varacak bu tecrübenin...

Şansın bol, yolun açık olsun kuzum. Seni çok seviyorum.





"Common enemy"

İçim acıyor... Norveç'te 63 yaşında bir Türk kadın, polisin ve sağlık görevlilerinin faşizan ve ırkçı yaklaşımları sonucu hayatını kaybetti. Bilerek ve kasıtlı olarak resmen bir "cinayet" işlendi. Türkiye'de olsaydım bu haberi muhtemelen okuyup da "vah yazık" diyerek geçer ve unuturdum. Ama Avrupa'da bir "yabancı" olarak sanırım, daha çok içimi acıttı. Haberi okuduğumdan beri, iki gündür, bu olay gözlerimin önüne geliyor. Kadın ölümle yaşam arasında gidip gelirken, sağlık görevlileri tehdit edildiklerini varsayarak hiçbir şekilde müdahalede bulunmuyor ve çaresizce yardım istedikleri, polisin ise kendilerine "saldırdığını" sandıkları aile üyeleri tutuklanıyor. Ancak aile üyeleri gözaltına alındıktan sonra kadına müdahalede bulunuluyor ama artık çok geç...

Uzun zamandır ırkçılık meselesi kafamı kurcalıyor. Almanyaya gelmeden önce bu konu aklımın ucundan bile geçmedi. Çünkü Almanya burası! Tarihte yaşadıkları onca şeyden sonra en çok korktukları konulardan biri de bu olsa gerek diye düşünüyordum. Buraya geldikten sonra da yaşadığım kötü deneyimler dolayısıyla bile hiç şüpheye düşmedim, insanların terbiyesizliğine vs. ye yordum. Restoranda yemek beklerken, bir türlü gelmeyen yemeğimi sorduğumda, "Burası McDonalds değil, bekleyeceksin" cevabını aldığımda garson kızın gerizekalılığına yordum. Sosisçide nedense ekmek arası sosis almam Almanların almasından daha uzun sürüyor, üstüne üstlük parayı Almanlar gibi sosisten sonra değil sosisten önce vermek durumunda bırakılıyorum. Deutsche Bahn'da bana hizmet vermek zorunda olduğu halde, internette yazıyor oku öğren yap yaklaşımında bulunan Alman teyzenin de yabancı olduğum için değil de sadece huysuz olduğu için beni savsakladığını düşündüm (aynı hizmeti başka bir yetkiliden gayet kolay alabildim).

Nijeryalı komşumla konuşunca sanki taşlar biraz daha yerine oturmaya başladı. Bana hiç yeri yokken birkaç kez polisin kimlik kontrolüne denk geldiğini, bazı mekanlara çeşitli bahanelerle alınmadıkları gibi şeyler anlattı. Kendime bile itiraf etmekte zorlandığım "ırkçı" sıfatını çeşitli gözlem ve tecrübelerle de Almanların üzerine daha bir yakıştırmaya başladım.

Belki beyinlerinde değil bu ırkçılık ama kalplerinde. Söküp atamamışlar nefreti. Çok üzgünüm gerçekten böyle bir sonuca vardığım için ama öyleler işte. Sevmiyorlar yabancıları. Birbirlerine karşı bile çok sıcak olmadıklarını düşünürsek çok da zor değil öyle olmak. Şimdi benim de bir zamanlar, yurt dışında yaşamamış biri olarak, ahmak kestiğim gibi "ama işte Türkler de orada nasıl yaşıyor!" vb. yorumları duyar gibiyim. Bir kere bu karşılıklı bir direniş! Onlar kabul etmemekte direndikçe, siz de içinize kapanmak, sadece kendiniz gibi olanlarla birlikte olmak, kendi yaşam tarzınızı ve yaşam alanlarınızı yaratmak, haksızlığa uğradıkça uyum sağlamamak konusunda direniyorsunuz! Hiç tahmin etmezdim böyle duygular hissedeceğimi ama bizzat yaşıyorum ve hissediyorum. Nijeryalı arkadaşımın dediği gibi "common enemy"e (ortak düşman) karşı birlikte direniyoruz.

İçim acıyor... Ve sadece kınıyorum...


Avrupa'nın başka memleketlerinde de Türklerin nasıl muamelerle karşılaştıklarını, çeşitli gözlem ve deneyimleri öğrenmek isterim. Okuyan varsa, içinizden gelirse bir yazıverin yoruma...

Karda bisiklet


Kar yağdı ya, her yer bembeyaz oldu. Evet pek güzel pek romantik de, ben bu karda kışta nasıl bisiklet kullanıcam diye kara kara düşünmeye başladım. Noeldi, yılbaşıydı derken 15 gündür zaten bisiklet kullanmıyorum, çünkü öğrenci kimliğiyle tatillerde ücretsiz seyahat edilebiliyor. Ama gün geldi ki, bu gün geçtiğimiz Pazartesi oluyor, artık almanca kursuna, kütüphaneye gitmem gerekti beni böyle bir sıkıntı bastı. Çünkü kar öyle bir yağdı ki, bisikletleri gömdü resmen. Benimkisini beyaz karın altında zor seçiyor oldum.

Daha önce karda da bisiklet kullanmadım. Birkaç kere daha yağdı ama ertesi gün bir baktım her yeri temizlemişlerdi. He dedim demek Almanyada böyle, kar yağsa da kaldırımlar yollar, bisiklet yolları tertemiz oluyor, aman da ne güzel diye sevinmiştim. Bir de biz bisikletleri almadan önce Gökhan la filan taa Eylülde sorup soruşturmuştuk kışın burda bisiklet sürülür mü diye. Niye sürülmesin diye bir soruyla ve tuhaf bakışlarla karşılaştıktan sonra kesin sürülüyordur diye bir sonuca varmıştık. Gece gündüz durmadan herhalde belediye çalışıyordur karları temizlemek için diye böyle gayet iyimser düşüncelerle aldım bisikleti. Almamak için inat ettiğim ise 75 euroluk Semester ticket oldu. Bu kartla gece gündüz demeden tramvayla seyahat edebiliyorsun. Amann bisiklet aldım ne gerek var diyip almadım. Bir de ne güzel yürürüm spor yapmış olurum felan diye kendi kendime bahaneler buldum.

Pazartesi daha olmadan, hala iyimserliğimi koruyorum ben. Yılbaşıydı hafta sonuydu tabi ki çalışmaz belediye, o yüzden temizlemediler kaldırımları bisiklet yollarını diye kendi kendimi avuttum. Pazartesi bir indim, anaamm hiçbir yer temizlenmemiş. Bisiklet yolunda 10 santim kar var. Kaldırım desen o da aynı. Sadece üzerine basa basa biraz daha düzleşmiş. Bisikletime baktım, kar binmiş üzerine. Selesinin üzerinde 10 santim kar vardı, temizledim üzerini, hedefim binip gitmek. Ama yok selenin üzeri buz tutmuş. Kilit desen buz tutmuş, açılmıyor. Ay fenalık geldi, dedim tabana kuvvet. Almadım ya inat ettim şu Semester ticketi, mecburen yürüycem. Bundan sonra almak da yemiyor, baştan almadım, şimdi alırsam salaklık etmiş olurum diye. İki gündür kursadır, okuladır yürüyerek gidip geliyorum. Almanca kursu yürüyerek yaklaşık bir saat sürüyor. Okul yine yakın, 25 dakika filan sürüyor. Kar da olunca yavaşlıyorsun tabi, normalde bu mesafeleri daha kısa zamanda katediyorum.

Birkaç gündür de bisiklet sürenleri izliyorum, nerden giderler filan diye. Bisiklet yolları karla kapalı olduğu için, millet kaldırımı kullanıyor. Daha bir tane makine görmedim şu yolları temizleyen!! Sadece işçiler siyah taş döküyor. Sonra o taşlar ayakkabının aralarına filan girerek eve kadar taşınıyor.

Bugün dedim binicem ben bu bisiklete. Kilidi nefes vererek ısıttım, açmam 15 dakikamı filan aldı. Donmuş selesine de geçirdim torbayı oturdum. Başladım kaldırımdan gitmeye. Kaldırım düz olduğu için rahat gidiyorsunuz da, iyice karın yoğunlaştığı yerlerde sizden önceki bisiklet tekerleklerinin bıraktığı patikaları izlemek zorundasınız. O yoldan şaştınız mı dengenizi kaybediyorsunuz, sağa sola yalpalamaya başlıyorsunuz. Bir de kar zamanı bence şu trafik ışıklarının süresini uzatmaları lazım, çünkü karşıya geçmek için süre yetmiyor bir türlü. Ben yettiremiyorum, bazen alıyorum bisikleti elime koşarak geçiyorum. Bir de yavrucak zayıf bir şey, ne kadar abansam karda gitmeye yetmiyor gücü. İşte böyle bisiklet kullanmayı yeni öğrenen çocuk gibi o yöne bu yöne sallana sallana, birkaç kez düşmeye yakın gittim geldim öyle bugün. Ama inat ettim karda da kullanıcam ben bu mereti.

İki kar küreme makinesi alıp da doğru düzgün temizlik yapmayan, yan gelip yatan belediyeye de uyuzum ayrıca!!

Bu arada bisikletim dolayısıyla birkaç gündür çok duygusal anlar yaşıyorum. "Onu çok seviyorum ama ühüh" diye ağladım hatta dün. Bunu da sonra anlatırım :P

Her yerde kar var

Kar, yılbaşı akşamı bir yağmaya başladı, böyle sevinçten yerimden zıpaladım. Bir haftadır filan yağıyordu zaten ama eriyordu hemen. Yılbaşı akşamı böyle lapa lapa yağmaya başladı. Bir mutlu oldum bir mutlu oldum. Çünkü hep hayalimdir, herkesin hayalidir gerçi, yeni yılda kar yağması. Yoksa bu Noel hayali miydi, biz yeni yıla mı uyarlamıştık?

İşte o akşam artık böyle napsam etsem bilemedim. Tandemime mail attım napıyorsun diye, ilk önce sana geliyim sonra takılırız dedi, sonra yeni yıla 15 dakika kala merkezde meydanda buluşalım dedi, sonra bir kulübe filan gideriz dedi. İyi tamam dedim. Yeni yıla bir saat kala filan karşı komşu Nijeryalı arkadaş merkeze gidiyorum geliyor musun dedi. Birlikte tuttuk merkezin yolunu, yoldayken tandemim aradı ben yetişemiycem diye. İyi ok dedim, yattı kulüp vs. eğlence planı o zaman. Yanımdaki Nijeryalı arkadaşla konuşuyoruz, sonra dedi ben bir Afrika restoranı var oraya gidicem, sen de gel istersen dedi, iyi olur dedim.

Yeni yıla 40 dakika filan vardı. Merkeze bir indik, meydanda neredeyse kimse yok. Ben böyle kalabalık tıklık tıklım filan bekliyorum. Etrafta da çoluk çocuk böyle fişekler kız kaçıranlar filan onlardan patlatıyor. Herkesin elinde bir fişek. Fiyuuuuvvvvv fiiyuuuvv diye ortalık inliyor. Bir baktım her tarafımda bir şeyler patlıyor. Acayip tırsak bir insan olarak çığlık çığlığa Nijeryalı arkadaşa noluurr uzak bir yere gidlim diye yalvarmaya başladım. Neyse biraz daha dolaştık, yeni yıla 15 kala döndük. Meydanın en köşe yerinde, bir apartmanın köşesine sığışıverdim. İşte yeni yıla doğru sürekli havai fişekler patladı, yeni yıldan sonra da bir saat filan sürdü. Öyle havai fişek gösterisi filan yoktu, millet kendi aldığı şeyleri patlatıyor işte. Hiçbiri bir bokuma benzemiyordu. Geride kala kala duman bulutu ve çer çöp kaldı.


O havai fişek gürültüsü arasında Nijeryalı arkadaş bana restoran... rezervasyon... insanlar... gitmek istediğin başka bir yer var mı, arkadaş bizi bırakacak dedi. Ben anladım ki restorana gidiyoruz, benim de başka planım yok, ee gidelim o zaman dedim. Bir arkadaşı gelmişti arabasıyla, bindik arabaya, gidiyoruz. Sonra aaa bir baktım yurdun önüne gelmişiz, meğersi restoranda yer yokmuş, ben gürültüden anlamamışım, eve gidelim'e he evet demişim. Eve girdiğim 00.40, yattığım 01.00 filandı. Dışarıdan hala fivuuvvv fivuuvv sesleri geliyordu ve hala kar yağıyordu.

odamdan dışarı manzarası
O günden beri durmaksızın kar yağıyor. Bakıyorum yollara filan arabalar gidiyor, ama yürüyüş yolları pek temizlenmemiş. Bisiklet yolu desen kapalı. Yarın tatil bitiyor artık, açarlar mı gece diye düşünüyorum. Öyle kar yağdı mı da burada tatil filan olmazmış. Monja eksi 20'ye inerse tatil ederler dedi. Ve dedi ki uzun zamandır bu kadar kar yağmamış Almanya'da. Kaç santim oldu acaba diye merak ediyorum. Yarın mezurayla inip ölçücem. Bir de kardan adam yapmak istiyorum. Noel alışverişinde aldığım havuçlar çürüyecekler, bari bir işe yarasınlar.