Yemekteyiz

Burada yapmaktan en çok keyif aldığım şeylerden biri de yemek yapmak. Ama öyle kendim yapayım, kendi yiyeyim sevmiyorum. Mutlaka paylaşmalıyım. Mutfağımızın ne kadar zengin olduğunu göstermeliyim. İnsanlar parmaklarını yemeliler. Çok iyi yemek yaptığımından değil de, bizim mutfakta neye soğan, salça, baharat koyarsanız oluyor size Türk yemeği. Çok ayrı bir şey yapmaya gerek kalmıyor bazen.

Ne zaman yurt dışına çıksam da mutlaka yaparım. Almanya'da ve Çek Cumhuriyeti'nde kamp yaparken de yapmıştım yine böyle. Ama gerçekten çok komikti. Niyeyse hep zor şeyleri yapmayı seçiyorum. Almanya'da börek yapmıştım. Yufkayı nerden bulduğumu hiç hatırlamıyorum ama kamp yaptığımız yerde çalışan bir Türk vardı, ona sormuştum kıyma nereden alırım diye. Gel ben seni götüriyim, bunlar domuz yerler sana helal et alalım demişti. Ben de o kadar domuzum ki, yok ben domuz kıymasından da yaparım demiştim. Adam dumura uğramıştı, bir daha da yanıma yaklaşmadı. Ama becerdim ve böreği yaptım. Sonra Çek Cumhuriyeti'nde de çiğ börek yapmıştım. Ay o hamuru tek tek aç, tava da yok, tencerenin içinde tek tek kızart işkence gibi. Halbuki yap di mi şöyle türlü mürlü yesinler işte. Yok illa özel bir şey yapcam! Bir de Türk kahvesi götürmüştüm yanımda, ama cezve olmayacağı hiç kalıma gelmemişti. Ben de kepçenin içinde Türk kahvesi yapmıştım!

Buraya geldiğimden beri de elimden geldiğince yemek yapmaya çalışıyorum. Ama burada şöyle bir sorun var. Odalarda sadece bir sandalye var, dolayısıyla insanları davet edemiyorsunuz. Parti odaları var, içinde fırın, ocak, sandalye, masa filan var ama. Oranın da anahtarını almak ve yemek yapmak için tavasıdır tenceresidir yağıdır tuzudur tüm mutfağı oraya taşımak gerekiyor. Dolayısıyla uğraşmak istemedim.

Geldiğimizden beri insanlar kendi mutfağını tanıtmak için akşam yemek veriyorlar. Şimdiye kadar Macar ve Romanya mutfağına konuk olduk. Çok kayda değer bir lezzete rastladığımı söyleyemiycem. Bir keresinde de Annika ile Jirka beni öğle yemeğine çağırmıştı. Bir de yemek diyince öyle aklınıza, çorbasıdır, başlangıcıdır, sıcağıdır, pilavıdır, tatlısıdır gelmesin. Yok öyle bir şey! Çoğunlukla tek bir yemek ya da yemek ve tatlı filan oluyor. Hatta doymuyorsunuz, kimse ikinci tabağı alır mısın diye sormuyor. Türkler olarak biz de Sezgi ve Ezgi'lerde bir Türk gecesi yapmıştık. Herkesi çağırdık. Kuru fasülye, pilav, etli dolma sarma, cacık hazırladık. Rakı vardı tabi ki :) Herkesin dibi düştü, bayıldılar, tabak tabak yediler.

Ben de kaç zamandır yemek yapayım insanları çağırayım diyorum. Bir türlü ayarlayamadım. Monja'ya yapıyorum arada bir. Kendime daha çok pilav makarna filan yapıyorum. Ama o pek yemiyor. Zaten pilava, tel şehriye koymam pek bir garibine gitti. Onlar tel şehriyeye nudeln-makarna diyorlar çünkü. Nasıl yani diye soruyor bana, pirinci niye makarnayla yapıyorsun diyor. Arada Monja'nın uyduruk tariflerini deniyorum, birlikte yiyoruz. Hiç Monja'ya özel bir şey yapmamıştım şimdiye kadar. Geçen mücver yaptım, parmaklarını yedi. 4 kişilik mücveri 2 kişi bitirdik. Bayıldı.

Ama böyle kalabalığa yapayım filan istiyorum. Sandalye yok!! En sonunda Monja'nın gittiği bir hafta sonu dedim sen şu sandalyeni masanı filan ver, ben birkaç kişi çağıracağım. Verdi sağolsun. İspanyol arkadaşlar var, onları çağırmak istedim. İkisine de dedim, arkadaş da getirebilirsiniz, ama sandalye ile gelsinler.

Şimdi kaç kişinin geleceğini bilmiyorum, kendim de dahil en az 3 yapmalıyım. 2 kişi daha gelse, 5 kişilik olsun. Getirmezlerse kimseyi, ben yerim birkaç gün zaten kalanını.

Yurda yakın minik bir pazar var, Çarşamba Perşembe Cuma kuruluyor. Burdan patlıcan, soğan yeşillik filan aldım. Patlıcan yapmak istedim. Çok özledim, bir de ne Mensa'da ne başka bir yerde patlıcanlı bir şey yemedim hiç. Yani Almanlar bu patlıcanı nasıl kullanıyorlar mutfaklarında bilmiyorum.

Hoş benim için de çok fazla seçenek yoktu. Musakka yapayım dedim, çok eskilerden tecrübeliyim, o kadar yağ çekti ki, yemek yağlı olmasın diye patlıcanları ezerek yağlarını çıkarmıştım. Karnıyarık'a taktım uzun bir süre. Kesin dedim karnıyarık yapmalıyım. Hem görsel güzel, hem lezzetli. Ama tarifleri okuyunca buradaki patlıcanların boyutuyla çok orantılı olmadığını gördüm. Buradaki patlıcanlar, bizdekilerin iki katı. Tüm tarifler de Türk patlıcanına göre. Ya şimdi nasıl yarcam ben bu dev patlıcanları, bir de acı çıkarsa nasıl yiycez. Ayrıca fırın yok, nasıl pişircem. Neyse dedim patlıcan olmıycak. Ben en iyisi en iyi bildiğim şeyi yapayım: Köfte.

En iyi bildiğim dediğime de bakmayın yani. En son Çek Cumhuriyeti'nde yapmıştım Jirka ve arkadaşlarına. Ama elimde tarif filan yoktu. Taa oralardan Gülay Abla'yı arayıp tarifini aldım. Ama üşendim soğanları rendelemeye, kestim minik minik. Olmadı tabi, ağza geldi. Ama çaktırmadım, öyle yapılıyomuş gibi davrandım. Bir de hazırlarken Jirka'nın köftenin nasıl yapılacağına dair hiçbir fikri yok, ben bazı şeyleri sürekli yanlış yaparken hep düzeltti beni. Sonra fırına attık, sosu az geldi ama neyse yediler afiyetle.

Şimdi de ikinci köfte tecrübemi yaşadım. Köfteyi öyle kızartma filan sevmiyorum. Fırın seviyorum. Ama odalarda fırın yok, almak da yasak sanırım. Neyse dedim fırın yok ama yaparız herhalde bir şekilde, hiç olmadı kızartırım.

Sonra dedim, şimdi Kurban Bayramı arifesindeyiz. Git üşenme Türk sokağına, domuz etiyle olmaz, dana kıyması al. Zaten defter kabarık dedim ama alışverişe çıkar çıkmaz bir üşendim bir üşendim oralara gitmeye. Zaten kaç gündür deli rüzgar var burada. Bisiklet filan süremiyorum. En iyisi mi sen şu Rewe'ye git dedim, orada vardır bir ihtimal dana kıyması. Sonra gittim Rewe'ye, baktım kıymada indirim var, bu haftaya özel sadece. Ama domuz kıymasında!! Dana kıymanın fiyatı da iki katı. Bir süre tereddütte kaldıktan sonra ya dedim, herkes yiyor zaten, sen de yiyosun, e o zaman ne düşünüyosun. Neyse aldım ben bu domuz kıymayı. Eve geldim yapmaya başladım. Köfteleri hazırladım ama bu sefer nerede pişireceğim sorunu var. Monja'nın böyle büyük derin bir tavası var, bunda yapayım. Dizdim hepsini, hazır domates salçasını da bastım üstüne, koydum ocağın üstüne. Ocak da küçük tavadan. Elektrikli ocaklardan. Artık pişsin hepsi diye tavayı sürekli döndürüyorum filan komik oldu yani. Neyse bunlar hafif pişti, önceden hafif kızarttığım patatesleri de attım içine. Bunları alt alta üst üste bayağı bir süre ocağın üzerinde beklettim.

Sonra dedim ya bu patlıcanlar kaldı, mutlaka yapmam lazım, yoksa bozulur. Patlıcan sos yapmaya karar verdim. Kızarttım filan. Hazır domates sosuna da baharat filan koydum döktüm üzerine.



Köfte ve patates pilavsız olmaz. Dedim pilavı da onlar gelince yaparım. Bir de salata yaparız birlikte filan dedim. Zaten gelecekleri konusunda da hafif şüpheye düştüm. Konu hakkında çok konuşmadık çünkü. Endişelendim filan. Gelmezlerse kimleri çağırayım filan diye düşünüyorum bir yandan. Telefonum yok (bozuldu) kimseyi de arayamam, Facebook'a yazarım, yoksa kendi kendime yerim napayım dedim.

Akşam yediye yaklaşıyor. Beni aldı bir telaş, zar zor anca yetiştirdim köfteyi patlıcanı filan. Masayı hafiften hazırladım. Daha menümde mücver ve puding vardı. Ama yetiştiremedim tabi. Niye bu kadar çok çeşit düşündüğümü ben de bilmiyorum. İlla hepsinden tattırcam da tattırcam diye bir ısrarım var.

Neyse ki geldiler. İki kişi geldiler ama olsun. Ve parmaklarını yediler. İkişer tabak götürdüler. Patlıcan kızartmayı o kadar dandirik yapmama rağmen bayıldılar. Şarapla birlikte 5 kişilik yemeği 3 kişi neredeyse bitirdik.

Şimdi Aralık ayında Wilma'nın bir yemek organizasyonu var. Mensa'nın mutfağına giriyorsunuz, kendi ülkenizden bir yemek yapıyorsunuz. Sonra öğrenciler de sizin yemeğinizi 1 Euro'ya yiyorlar. Buna katılacağım hayırlısıylan :))

Almanlarla arkadaşlık


Buraya yazdım ya, Alman kızları çok güzel filan diye, bazı arkadaşların ağzının suyu aktı, "hhehe demek çok güzel, ben de geliyim oraya" filan diye. Gel anam gel, başımızın üstüne de, burada o işler o kadar kolay değil.

(Emin ne üzerine yazacağımı bu paragraftan sonra anlıyor, tırnaklarını yemek üzere elini ağzına götürdü bile...)

Çevremde ne kadar Erasmuslu arkadaş varsa, hepsiyle aynı dertten şikayetçiyiz: hiç alman arkadaşımız yok! Hepimiz Almancayı Almanlarla geliştirmek istiyoruz, arkadaş olalım istiyoruz, ne bileyim Alman kültürünü tanımak istiyoruz. Tamam aklınıza işin muzur tarafları da geliyor biliyorum ama kolay değil, gerçekten kolay değil öyle buralarda Alman sevgili yapmak.

(Alman sevgili filan da dedim tamam artık, Emin'in iki tırnağı şimdiden afiyetle yendi.)

Bir kere Alman arkadaş edinmek bile zor. Herkes kendi derdinde. Dersten derse koşuyorlar, öyle aman da sen yabancısın gel bir tanışalım, sana bu ülkemizin güzide yerlerini gezdirelim, şu enfes yemeklerimizden yedirelim, dersine yardım edeyim diye bir durum yok ortada. Bizim gibi değiller yani. Bir ortak arkadaş vasıtasıyla tanıştırılırsanız ilgileniyorlar, sıcak davranıyorlar, konuşuyorlar vs. ama bu tanışmayı arkadaşlığa döndürmek için bir çabanız olmazsa orada kalıyor, ileriye gitmiyor. Çünkü onlar çaba göstermiyorlar. Dolayısıyla arkadaş olmak böyleyken, sevgili olmanın ne kadar zor olabileceğini tahmin edebilirsiniz.

Erasmuslular arasında şöyle bir geyik dönüyor bir süredir: Biri sizi kahve içmeye davet ederse başka anlamları da varmış. Ya ne olabilir ki başka anlamı işte, alt tarafı kahve, sütlü şekerli vs. Yani benim aklıma başka bir şey gelmiyor. :)) Şimdi bu geyiği çok merak ettim ben, dedim Monja'ya sorayım. Yani ben edeceğimden değil de, bir gün olur da biri beni kahve içmeye davet ederse biliyim diye. (hehe) Bir de ne yapıyorsam yemin billah benden sonraki Erasmus öğrencilerine deneyimlerimi, gözlemlerimi aktarmak için yapıyorum. :PP

(Bir tırnak daha gitti:)))

Monja dedim, nasıldır bu işler buralarda sen bir anlatsana bana. Monja dedi, "Çok zordur. Bir kere Alman erkekleri çok korkaktır, öyle kolay kolay yanaşmazlar kızlara. Çünkü kızlar çok lanettir, hemen Hayır diyiverirler." Yani öyle, benimle kahve içer misin'in cevabı, yüzde 95 hayır. :)) Yani şimdi burayı okuyan erkek arkadaşlar, siz diyorsunuz ya Marmaris'te Bodrum'da bu işler hiç de öyle olmuyor, Alman kızlar çok cana yakın filan. Ama burası Almanya! Oraya tatil için gidiliyor, burada millet deli gibi ders çalışıyor! Başkalarının tecrübelerini de gözlemlerini de bilemem ayrıca ben gördüğümü duyduğumu anlatıyorum... Monja'ya dedim, ya arkadaşlık kurmak bile zor burada. Evet dedi, arkadaşlıklar kolay kurulmuyor, ama kolay da bitmiyor, uzun süre arkadaş kalıyorsunuz. Kahve olayını da anladınız işte, konuşmak kolay değil öyle, tanımadığınız birini kahve içmeye davet edince tabi ki yanlış anlaşılır!! Bir de çok çabuk dedikodu çıkabilirmiş hakkınızda, biri sizi biriyle kahve içerken gördü mü, birden yayılıverebilirmiş! Yani öyle bir Almanla oturdunuz, kahve içiyorsunuz filan, aman dikkat!

(Emin Alman erkeklerinin ne kadar korkak olduğunu öğrenince hafiften rahatladı, ama yazı burada bitmedi. hehehe)

Bir Alman kız arkadaş var, ismini söylemiycem, nolur nolmaz bir tanıdık çıkar, şu yazdıklarımı Google Translation'da çeviriverir, gerçi bir bok anlaşılmıyor ama olsun, kızın yuvası yıkılır. Neyse bu Alman kız arkadaşla bir gün konuşuyoruz, okulda çocuğun teki bunu durdurup çok güzelsin, seninle tanışabilir miyim filan demiş. Cesarete bak sen!! Bizimkine bayağı tuhaf gelse de, kabul etmiş, bir de üstüne iki şişe şarap yuvarlamış. O gün bugündür bunlar arkadaşlar!! Ama ne arkadaş! Çocuk kıza düşecek nerdeyse, kız da böyle bir kakara kikiri durumları. Ya kızım noluyor, ne iş diye sıkıştırıyorum bunu. Ay vallahi bir şey yok, filan diyor. Ama böyle çocukla konuşurken saçıyla oynamalar, bir kikirdeşmeler filan. :DD Çocuk da bir boka benzemiyor da, zeki ama, güldürüyor kızı. Ben sıkıştırdıkça ay valla yok diyor bu. Kimi kandırıyorsun diyorum, bir kere bırak şu saçınla oynamayı da inanıyim yani, diyorum kızım yeme beni. Diyemiyorum tabi, Almanca nasıl denir ki, Iss mich nicht, dont eat me.. :P Yani anlıycanız cesaretli Alman erkekleri de var. Hak da vermiyor değilim yani kıza, eşinden başka biri ilgileniyor, hoşuna gidiyor filan. Dünya üzerinde de tanımam yani, iki güleryüze, iltifata, iki espiriye gevşemeyen kızı... Bu benim görüşüm, kimse alınmasın, laf sokmaya kalkmasın, silerim :D

(Emin'in tüm tırnaklar gitti...)

Ya o değil de, geçen gün bir Erasmus partisinde, bizim Erasmuslulardan havuç suratlı bir kızı, bir Behlül'le gördüm, gözlerim yerinden fırlıycaktı. Yani çocuk gerçekten Alman bir Behlül! Kız da gerçekten böcek bir şey. Çocuk böyle bunun peşinden dolanıyor. Dedim herhalde kesin kardeşler! Ama aynı anadan bu kadar zıt iki tipin çıkmasına imkan ve ihtimal yok. Yok dedim ya, gerçek olamaz, arkadaşlardır kesin. Dedim, sen kızım Fransız mısın artık ne menem bir şeysin o Behlül'ü hadi bıraktım sevgiliyi nasıl arkadaş olarak ayarladın. Ağzım açık kaldı! Şimdi ben bunların ilişkisini çıkaramadım, gözüm fal taşı gibi sürekli bunları arıyorum orda burda.

Şimdi diyorsunuz siz içinizden Ebru orda ne bok yiyor diye. Valla bir bok yediğim yok! Sadece ortalıktaki Behlül'lere bakıyorum uzaktan uzaktan, sevap niyetine. Çok günah var diyorum, o yüzden. :P Zaten üzerimde çok baskı var. Bizim Erasmuslu Gökhan, "bak Emin abiye söylerim seni, bize gelmez bu işler, bakma" filan diye beni tehdit ediyor. :)))

Şimdi Emin'le ortak arkadaşlarımızdan biri de Murat. Emin'in dalış ekürisi. Murat da beni kıskandırmaya çalışıyor taa İstanbullardan. Bir kere bıkmadan usanmadan yaptığı şey msn'den bana "emin abi gel, burada sürüyle kız var, seni bekliyoruz" diye mesaj atıyor, sonra "ay pardon, sana mı atmışım, yanlışlıkla oldu" diyor. Ben de yazık gariban alınmasın üzülmesin espri yerini bulsun diye kızgın suratlar gönderiyorum. hehe. Emin'i de burda sürüyle yakışıklı çocuk var filan diye kıskandırmaya çalışıyorum. O da diyor, ben de Hale, Jale, Male bütün mahalleyi topluyorum şimdi eve, Murat da çağırıyor kolegalar var gel diyor, yok efendim Ukrayna'dan iş almış da Ukrayna'ya da bunu göndericeklermiş!!! Akılları sıra beni kıskandıracaklar!

Ya bir de birkaç senedir şöyle bir geyik var, bu iki dalış manyağı Ukrayna'da dalış okulu açacaklar! Ya diyorum siz o çok iyi bildiğiniz pusulalarla, bırak Ukrayna'yı Laleli'nin yolunu bile bulamazsınız! hehehe :)))))

Almanca

Benim bu Almancayla hiç aram olmadı. İlk ortaokulda öğrenmeye başladım. Sonra üniversite zamanında, iki dil ile kolay iş buluruz ayağına Goethe Institute'e gittim. Orada da sanki ortaokulda hiç öğrenmemişim gibi en baştan başlattılar. Rokko denen dallama bir uzaylıyla Almanca öğrendik. Azimle Grundstufe'nin 8'ini de bitirdim. Sonra beni kesmedi tabi, grup dersi filan almaya başladım. Ama hatırlıyorum, bir yıldan fazla nerdeyse kursa gitmişim, bu grup derslerinde bile doğru düzgün konuşamıyordum.

İlk Almanya ile münasebetim, Almanya'ya gönüllü çalışma kampına geldiğimde oldu ama burada da paso İngilizce konuşuyorduk zaten. Bir ay boyunca tek kelime Almanca laf ettiğimi hatırlamıyorum.

Daha sonra Almanca tiyatro maceram var, o daha da komik oldu. Biz çocuk tiyatrosu filan yaparken, güneye inelim, Almanca oyun oynayalım filan dedik. Ama bir gittik gördük ki, turistlerin hepsi Rus!! Şaka değil Ruslara Almanca oyun oynadık!

Öyle iş görüşmelerinde filan da çok işime yaramadı. Aman sen Almanca da biliyorsun, pek de güzelmiş diyen olmadı hiç. Ama bir iş görüşmesi için gerçekten feci Almanca çalışmıştım. Almanca hocamla oturup hazırlanmıştım filan, o kadar yani. Bana iş görüşmesinde sorabilecekleri tüm olası soruları listeledik, cevaplarını tek tek yazdık. Ama görüşmede yaptıkları şey şu oldu, üzerinde küvet resmi olan bir kağıt verdiler ve bunu Almanca tarif et dediler. Ben dumur tabi. Yani bildiğimiz küvet, neresini tarif ediyim. Yıkanılır, beyazdır filan. Bir bok diyemedim tabi. Şimdiki muzurluğum olsa, içinde seks yapma potansiyeli vardır, jakuzili olursa daha makbuldur filan diye saydırırım. :D Kılım zaten bu İK sorularına!!

İş hayatındaki ilk Almanca tecrübem, ve gerçekten hayatımdaki dönüm noktası, bir gazetede Almancacı muhabir olarak çalışmak oldu. Şimdi, bilen varsa yazmasın lütfen, ben de hangi gazete olduğunu söylemeyeceğim. Bir iletişimci olarak gazeteler hakkında ileri geri saydırmam hiç hoş değil. Ama üzerinden çok zaman geçtiyse de günahım kadar sevmem bu gazeteyi hala. Çünkü tek kelimeyle ağzıma sıçıldı. Yani orada çalıştığım süre boyunca ne sigara ne çay molası bile verdirmediler, sigara da içmem ya, olmayınca içesi geliyor insanın. Almış olduğum ve hala veremediğim tüm kilolar, burada yaşadığım stresten dolayıdır, bu böyle biline! Şimdi burada da iş görüşmesinde ben söyledim, çat pat Almanca bildiğimi. Her zaman yapamayacağım şeyleri söylerim, ben de insanım, elimden her iş gelir abi, her şeyi mükemmel yaparım diye bir şey yok hayatta. Kursu bitireli olmuştu bayağı ama dedim ben bunlara, geliştiririm ben bu dili, öğrenirim filan diye. Müdür daha işe başlamadan bana haber filan verdi, bunları yaz, bana mail at diye. Sonra, "ben habercilik hayatımda yeni başlayıp da bu kadar iyi haber yazan birini görmedim" diyerek bana bir gaz verdi ve çat pat Almancamla beni muhabir olarak işe aldı.

Bir gün yine böyle Almanca siteleri filan tarıyorum, bir Türk anne ile yapılan röportaj gözüme çarptı. Kadının çocuğu artık ne idiyse hatırlamıyorum, ben buradaki bir cümleyi "Oğlum Guantanamo'da işkence görüyor" diye bir güzel çevirdim. Sonra müdüre gittim, önemli bir şeydir bu kesin diye. Gözleri yerinden fırlayacaktı, neredeyse yazı işleri toplantısına uçarak gidecekti. Manşetten girecek bir haber, o kadar önemli yani. Neyse ki yılların getirdiği tecrübeyle, benim de dallamalığımı tahmin etmiş olacak ki, sen şunu bir iyice oku dedi. Ben bir daha oturdum okudum iyice, Guantanamo, işkence manşet filan yalan oldu tabi :DD Ay hatta Almanya'da Hannibal bozması bir adam vardı, onun haberleri çarşaf çarşaf Alman gazetelerinde çıkıyordu, bu haberleri de hep ben yazıyordum, sevgilisinin penisini nasıl kesip yemiş o anlatılıyordu. O sırada da üniversitede travestilerle ilgili bir ödev yapıyorum. Düşünün artık psikolojimi!! Ah bir de arka sayfa güzellerinin haberlerini ben yazıyordum, karı kız sitelerinin hepsine üye olmuştum o ara. Hala gelir bu sitelerden newsletterlar. Neyse artık bu maceram çok sürmedi, iyi ki de sürmemiş, kaderin bir cilvesiyle iletişimci oldum -(bu da ayrı bir hikayedir, belki bir gün anlatırım.) Neyse ben hala plan proje yapıyorum, bir gün gelcek ben bu gazeteyi satın alcam filan, -aynı insanlar artık orada çalışmıyor olsa da- herkesin burnundan getircem, dönüşüm çok boktan olcak filan diye :DD

Aradan gel zaman git zaman ben hiç Almanca konuşmadım, yazmadım, okumadım, TV bile izlemedim. Ta ki, piyangodan Leipzig çıkana kadar. Ben harıl harıl bir başladım Almanca çalışmaya. Sonra buraya bir geldim, oryantasyon kursundan önce test yaptılar, 100 üzerinden 51 aldım, neredeyse çok az Almanca bilenlerin arasına düştüm. Hatta ilk gün, senin adın ne, ne yemek seversin ile filan başladık, uleyn dedim nereye geldim. Ya diycem bakın ben gazete filan okuyabiliyorum, yani tamam bir sürü kelime var anlamadığım ama şu kelimeleri anlasam ben çözdüm bu dili diye, ama diyemiyorum. Dallama bir Amerikalı var, o yavşak İngilizce aksanıyla "bu ne ya, ben süper almanca konuşuyorum, çocuk oyuncağı bunlar benim için" dedi ve benimle neredeyse aynı puanı almış olmasına rağmen bir üst kura uçarak geçti. Ben geçemedim, kıllık yapmiim dedim, dikkat çekmiim, yabancıyım dedim, geçmedim. Sonra bitti bu üç haftalık oryantasyon kursu, sanki üç haftada süper öğrendim ya, dönem boyunca alacağım kursta bir üst kura kesin geçerim, şu teste giriyim kesin 75'i çakarım dedim. Test aynıydı, yemin billah aynıydı ve ne aldım: 56!! Yani üç haftada 5 soru daha iyi mi yapar duruma geldim diye bunalıma girdim. Ve ben daha önce hatalarımı öğrenmek için testi gözden geçirmiştim, aman ne işime yarıycak bi daha diyip 5 soruluk yalap şalap bakmıştım tabi!!

Neyse dedim, kaderime razı olacağım. 50 aldıysan da testten öyle 60lık kursa girmene izin vermiyorlar, öyle domuzlar. 50'lik civarda seçtim birkaç kurs, çok yüklenmiyim kendime dedim, zaten konsantrasyon sorunun var, azar azar al dedim. Dört tane mi ne kurs aldım. Haftada 1.5 saat hepsi. Gramer, 2 konuşma, yazma. Sonra gitmeye başladım ben bu kurslara. Daha ilk günden renk vermeye başladılar zaten. İsminin "yazma kursu" olduğuna bakmayın nasıl dipnot yapılır, almanca kısaltma nelerdir diye, türkçede bile öğrenmekte zorlandığım şeylerin almanca versiyonunu öğreniyorsun, öyle bir bok yazmıyorsun yani. Yazma kursunu, şimdi tez yazıyorum türkiye kurallarıyla, almanların kurallarını öğrenip de kafam karışmasın dedim bıraktım. Gramer desen, negatif cümlelerle başladık, daha bir buçuk ayda yeni bitirdik. Konuşma hadi bir nebze daha iyi.

Bir kursu saati uymadığı için başkasıyla değiştirdim, beterin beteri var, böyle lanet domuz burunlu bir karının kursuna düştüm. Hepimizi tek tek tahtaya kaldırıp konuşturuyor, alkışlatıyor filan. Fenalık geliyor içime. Bir de bu Almanlar domuz, bir şeyi yanlış söyledin mi öyle kibarca, ne dediğini tam anlamadım, bir daha tekrarlar mısın lütfen filan demiyorlar "söylediğinin tek bir kelimesini bile anlamadım" diye dann diye suratına söyleyiveriyorlar. Ben de karının inadına, düşünmeden saçma sapan konuşuyorum, yanlış cümleler filan kuruyorum bilerek. Ben bu karıya gircem artık, ramak kalmış, bilen bilir ne lanet olduğumu. Neyse dedim, gitmek zorunda değilsin, kavga çıkarma şimdi, bir de Almanya'da da adın çıkmasın. Ben bu kursu bıraktım. Sonra gittim koordinatör Kristin'e, yaw kristin ben biliyorum bu almancayı aslında, bakma 56 aldığıma, sen beni şu 75lik gramer kursuna da yaz nolur, zaten kalcam şurda 5 ay, bir üst grameri filan da tekrar ediyim dedim. Kristin kırmadı beni oraya da yazdı. Şimdi elimde kala kala üç kurs kaldı, 2 gramer bir konuşma, haftada 4.5 saat. Ama nasıl sıkıcı nasıl sıkıcı ölcem yani, öyle böyle değil. Sürekli saate bakıyorum, bitse de gitsem, kendimi kütüphaneye atsam diye. Düşünün yani kütüphaneye gitmek için can atıyorum!!

Bir yandan bizim Seda, kardeş, küçük olan velet, Almanyada harıl harıl her gün kursa gidiyor, ben daha B1 lerde sürünürken, hayatımın kaç yılını Almancaya adamışken :P, bana yetişti üç ayda. Bu velet daha İstanbuldayken "ich möchte einen köfte diyebiliyorum ben sadece" diye kendi kendine hihohaho diye gülerken, burada telefonda benimle almanca konuşuyor. Bir de üstüne, söylediklerimi düzeltiyor "şu fiilin yeri yanlış oldu, şu kelimeyi yanlış söyledin" filan diye. Ben artık kurslardan patlarken, seda B2 oluvercek, ben burdan höyyttt ablalar geçilmez diye uçucam sedaya! :D farmville'de de bana yetişti zaten!!

Valla kurs filan değil de, zaten 4.5 saatte bir bok öğrenilmiyo, ben en çok Monja ile konuşuyorum. Kızı fazla gördüğüm yok da işte, görüştüğümüzde de bayağı bayağı konuşuyoruz. Dinliyor beni, söylediklerimi düzeltiyor, açık ve net konuşuyor. Ama ben böyle öyle komik cümleler kuruyorum ki, yarılıyor kız gülmekten. Lavabo açacağını nasıl kullandığımı anlatırken "Lavabo açacağını döküyorum" yerine "Lavabo açacağının tadını çıkarıyorum", "Mumu yakalım" yerine "Mumu ateşe verelim", "Partide çok eğlendik" yerine "Partide çok ateşliydik" filan diye cümleler kuruyorum, kız geberiyor gülmekten.

Ya zaten bu yabancı dil denen şey şöyle bir şey, dil dile değmeden öğrenilmiyor kardeşim, bunu bilir bunu söylerim. İngilizceyi, İspanyolcayı nasıl şakır şakır konuşuyorum zannediyorsunuz :DD (Şimdi ben bunu yazdım ya, Emin İstanbul'da kurdeşen döker, yok valla aşkım bu Almanların hepsi domuz, hiç Almanca öğrenmeye niyetim yok, seviyorum seni :P) Yani o değil de, burada sürekli Almanca düşünmekten İngilizce ve İspanyolcayı da unuttum, ne zaman konuşmaya kalksam araya Almanca karışıyor...

Bu Almanların bir sistemi var, dil de öğrenseniz, üniversitede ders de alsanız illa sunum yapacaksınız. 10 dakika, tüm sunum tekniklerini uygulayarak böyle bir konu seçip anlatacaksınız. Konuşma kursunda sunum yapıyorlar, yani gerçekten hepsi çok sıkıcı. Bir de sizin kadar kötü konuşan birinden Almanca duymanız bir boka yaramıyor. Benim de bir sunumum var Pazartesi, daha önce yaptığım bir sunumu Almanca yapcam. Bir çocuk bulsam da çevirtsem diyorum hayrına. Yani tamam bu Almanlar hayır işi filan bilmez, bir kahve filan ısmarlarım artık napiim. Yok ya pardon, kahve de ısmarlayamam, niyesi de başka bir yazının konusu :D

"Örneğin Türkler gibi!"

Bize buraya gelmeden önce Türkiye'den 3 aylık geçici bir vize veriyorlar. Şengen vizesi değil, tek girişlik Almanya vizesi. Hatta 3 ay içinde Türkiye'ye bir gidip geleyim deseniz gidemiyorsunuz, tek giriş, çıkış yok! Buraya geldiğinizde kalacağınız süre kadar oturma izni almanız gerekiyor. O oturma izniyle AB içinde seyahat edebiliyorsunuz, hatta çalışabiliyorsunuz.

Hepimiz geldik, evraklarımızla birlikte yabancılar bürosunun yolunu tuttuk. Böyle dünyanın dört bir yanından vatandaşla bir salonda saaatlerrrce bekliyorsunuz. Sabır limitleriniz zorlanıyor. İlk başvuru için bekliyorsunuz, sonra almak için. Arada bir şey istedilerse, her seferinde bekliyorsunuz. Kimimize hemen çıktı, kimimize hala çıkmadı. Büro o kadar uyuz ki, herkesi farklı işleme tabi tutuyor. Kimisi oturma izni için para veriyor, kimisi vermiyor, kimisinin 3 haftada çıkıyor, kimisinin 3 ayda çıkmıyor, kimisine iznin çıktığını e-posta yoluyla haber veriyorlar, kimisine mektup gönderiyor. Bu kadar farklı uygulamalar. Kendileri de öyle diyor zaten, herkesin farklı, bilemeyiz ne zaman çıkacağını!!

Ben biliyordum bu oturma izniyle AB içinde seyahat edildiğini ama o kadar çok insandan farklı şey duyunca her zamanki gibi içime kurt düştü. Yabancılar ofisine tekrar gittim, sordum seyahat edebilir miyim diye. Bununla da yetinmedim, seyahat edeceğim ülkelerin konsolosluklarını tek tek aradım, izin var mı diye. Belli olmaz bu AB'lilerin işi, ona farklı buna farklı, pasaport kontrolünde anlat anlatabilirsen derdini.

Bir yandan yabancılar ofisi bize böyle kan kustururken bir yandan da insanlardan bir sürü şey işitiyorsunuz, uyuz oluyorsunuz. Açıkçası AB'ye aday ülkeyken niye Ruslarla, Suriyelilerle, ya da ne bileyim Allahın Korelisiyle aynı muameleyi gördüğümü anlamakta zorluk çekiyorum. Her yeri geldiğinde de bunu bir güzel dile getiriyorum. İnsanlar da pek bir meraklı zaten, AB'nin dört bir yanından gelen arkadaşlar "siz kendinizi avrupalı görüyor musunuz" diye soruyor. Çevremde birkaç kişiden daha duydum, geçen Sezgi de anlatıyordu, özellikle Almanca ya da yabancı dil kurslarında Türkiye'nin AB'ye üyeliği ile ilgili bir sürü tartışma dönüyor. Yani yemiyorlar içmiyorlar bunu konuşuyorlar adamlar. İşte Türkiye çok farklı değil mi, AB daha ne kadar genişleyebilir ki, yok işte siz Müslümansınız, biz Hristiyanız vs. vs... Geçen Monja bile dedi, biz Hristiyanız, siz Müslümansınız diye. Ulan herhangi birinizin bir Pazar günü de kiliseye gideyim dediği mi var, Hristiyanlığın şartlarını yerine getiriyor musunuz, hadi bıraktım inanıyor musunuz? Ne konuşuyorsunuz gerekli gereksiz biz Hıristiyanız diye!! Ne zannediyorlar, biz AB'ye üye olucaz, her sokak başına cami mi dikicez, napcaz yani!! Ben de bir gün diyeceğim dayanamayıp, daha 20 yıl öncesine kadar Doğu Almanyaydınız, bizim AB ile ilişkilerimiz taa 1960'lara dayanıyor!! Ötmeyin çok fazla!!


Wilma denen öğrenci organizasyonundan bahsetmiştim. Bunlar arada Almanya dışına da gezi düzenliyorlar. Bu gezilerden önce de mail atıyorlar işte mail gruplarına. Bu gezilerde mutlaka diyorlar, AB üyesi olmayan ülke vatandaşları ya Şengen vizelerini ya da oturma izinlerini yanında getirsin. Sonra parantez içinde şöyle bir açıklama: (örneğin Türkler gibi)!!! Ya yani bunun Japonu var, Çinlisi var, Iraklısı var, yani niye Türkler?? Bunca yıl ne güzel yaşıyoruz ülkenizde, en pis işlerinizi yapıyoruz, patates ve domuzdan başka yemek bilmediğiniz mutfağınıza döneri soktuk, her gün kimbilir kaç ton yiyorsunuz daa yani niye Türkler???? Hayır yazmakla kalsalar iyi, gördükleri zaman da hatırlatıyorlar. Bugün Polonya sınırında Görlitz diye bir yere gideceğiz, sabah buluştuk, sordu bana Wilma'cı, ön saçı uzun, arkası kısa çocuk, oturma iznini getirdin mi diye. Zaten beni de o kıllandırmıştı, oturma izniyle gidilemeyebilirmiş AB ülkelerine filan diye!!

Neyse Görlitz için Leipzig'den bindik trene! Oturcaz bir yere. Trenlerde böyle dörtlü koltuklar var, arkadaşlarına sohbet ede ede gitmek istersen onlara bir güzel kurulabilirsin. Ben de gözüme kestirdim bir koltuk, ispanyol arkadaş ile oturduk. Karşımda bir kadın, sonra sohbet açıldı, anaokulu öğretmeniymiş filan. Ben bir Alman buldum bırakmayayım dedim, işte Türkiye'nin AB'ye üyeliğine nasıl bakıyor Almanlar diye sordum. Çoğunluk için fark etmiyor da, yani gelirseniz ben işsiz kalırsam babam işsiz kalırsa filan gibi bir şeyler söyledi. İkinci korku işsizlik!! Biz Türkler süper kalifiyeyiz ya, gelcez işlerini ellerinden alcaz :PP Dil bilmeyiz etmeyiz, ne konuşuyon teyze sen?? İşsizlik rekorları kıran İspanyollardan da korktunuz deli gibi, bi bok olmadı...

Görlitz, Polonya ile Almanya arasında kalmış küçük bir şehir. Şehir, nehir ile birbirinden ayrılıyor, bir yakası Almanya bir yakası Polonya. Köprüyle karşıya geçiyorsunuz. İşte bugün de karşı tarafa geçtik, Polonya topraklarına ayak bastık, çooook kısa bir tur atıp Almanya tarafına geri döndük. Böylelikle oturma iznimle Almanya toprakları dışına ilk seyahatimi yapmış oldum. Hatta şöyle girip girip çıksaydım keşke :PP

Bizim bu Wilma gezilerinde klasik yaptığımız şey döner yemek! Şimdiye kadar döner olmayan kasaba şehir görmedim. Görlitz'de de bulduk. Bir güzel mideye indirdik, Türk abiyle de muhabbet ettim, sordum oturma izni niye bu kadar zor filan diye. Schröder zamanında daha rahattı, Merkel döneminde çok zorluk çıkarıyorlar yabancılara dedi. Abi bize para ödetmedi, benim ispanyol dumur!! :PP



Benim bu yabancı arkadaşlar Türkiye'nin AB'ye üyeliğiyle ilgili sorduğunda en çok üzerine basarak söylediğim şey, AB sürecine ihtiyacımız olduğu. Biz bir yerine getirelim şu Maastricht kriterlerini, acquis communataire'i, ya da ne bileyim otu boku püsürü bir halledelim, sonra almayın kardeşim, almazsanız almayın. Çok da!!

Zaten siz sonra yalvarcaksınız bize, nolur Türkiye'ye üye olalım diye, Türkiye bizi al!! Biz de diyeceğiz yok kriterlerimiz var: öncelikle insanlık öğrenin, yaşlısına yabancısına çocuklusuna yardım etmeyi, arkadaş olmayı, paylaşmayı, çay kahve yemek ısmarlamayı, trenlerde dört kişilik koltuklara birine çanta, birine palto koyup tek kişi yayılmamayı, içtiğiniz içkilerin şişelerini yolda kaldırımda kırmamayı, kıçınızı taharet musluğuyla yıkamayı (buna çok gülüyorum kihkihi) bir öğrenin, sonra biz düşünürüz. Hatta Müslüman olalım nooluuur diyeceksiniz de, biz yok kardeş diycez.


Dünya değişiyor, belli mi olur :D

İyi ki doğdun kuzum!!!

Benim burada bir kuzum var, adı Ezgi. Ama pek güzel, pek şirin bir şey bu Ezgi. Kuzucum kuzum kuzucum diye seviyorum. O da bana Ebru Abla diyor, pek bir hoşuma gidiyor. Böyle kardeşim gibi, sevesim, mıncıklayasım filan geliyor. Kıvır kıvır upuzun sarı saçları, renkleri gözleri var. Böyle minicik sevimli çok güzel bir kuzu. Pembe sırt çantasını sırtına takıp bir gidesi var, ay allahım ısıriyim yani.

Küçük olduğuna bakmayın, akıl veriyor çok bana, çok destek çıkıyor. Bir sohbet ediyoruz, bıcır bıcır konuşuyoruz. O beni anlıyor, ben onu anlıyorum, kendimce...


Bir makarna yapışı var. Allahım hayatımda böyle makarna yapma şekli görmedim, bu kadar lezzetli de makarna yemedim. Ezgi'den öğrendikten sonra ben de makarnayı hep öyle yapmaya başladım. Ama yok yani onun makarnası gibi olmuyor.

İşte bu güzel kuzu bugün doğdu. Tam 20 yaşında oldu.




Ezgicim,
Hep çok mutlu ol. Hep özgür bir kuzu ol. Gerektiğinde sürünün peşine takıl. Yeri geldiğinde sağduyunun sesini dinle, başka otlakları keşfet, kendi başına, özgürce. Hiçbir çobanın seni ezmesine izin verme. Daha yaşayacağın o kadar çok 20 yıl var ki, sağlıklı, mutlu ve gönlünce yaşa. Sevdiklerinden hiç ayrılma. Sevmediklerine yanaşma. Sen istedikten sonra başarı, mutluluk hep yanında, yamacında olacak. Nice 20 yaşlara...



Şimdi Ezgi'yi bu kadar sevdim, yazdım bi şeyler. Diğeri kıskanmasın. Ezgi'nin ekurisi de Sezgi. İstanbul'da aynı okulda okuyorlar, burada yurtta birlikte yaşıyorlar. Çok iyi dostlar bana. Sezgicim sen bu blogu okumasan da, okuma ihtimaline karşı yazayım dedim, seni de çok seviyorum. :)))

Ezgi'ye de 5 euro borcum vardı, unutmadan vereyim.

"Müslümanım", yanaşmayın!!

Bir gün okul bahçesindeyim. Bir zenci çocuk durdurdu beni. Bir şeyler bir şeyler söyledi, sadece Jesus Christ kısımlarını anladım. Dedim, he çattık işte durup dururken. Pek de bir nazik geri çeviremiyorum, durdum dinledim. Zaten Liepzig'de sokakta kim bir şey satmak, anket yapmak vs. isterse durup dinliyorum hepsini. Hiçbir şey anlamıyorum, he he filan diyorum.

Zenci çocuğa dedim ki sonra "ben Müslüman'ım". Nasıl bir Müslümansam artık. İftar sofrasında bira içerim, iki kelimeyi biraraya getirip dua okuyamam, Kuran'ın sadece bir kitap olduğunu biliyorum içinde ne yazdığı hakkında en ufak bir fikrim yok. Tek bildiğim "kadınları dövün"den ibaret olan kulaktan dolma bilgiler. İzlediğim filmlerden dolayı Hristiyanlığı bile daha çok biliyorumdur kesin. Bir gün olur da yurt dışında islamcı teröristler bir yeri basar da dua bilenleri öldürmezler diye şimdi şimdi en azından, ortaokulda öğrendiğim Fatiha bilgimi tazeleyim diye arada tekerleme niyetine söylüyorum içimden ...

Neyse çocuk anlatmaya başladı, işte "çok çalışıyoruz, derslere giriyoruz, koşturuyoruz, peki geriye ne kalıyor?" Ben hayatı yaladım yuttum ya bilmiş bilmiş "Hiçbir şey, sadece sevgi" diye cevap verdim. Tam da damarına bastım. Zaten "sevgi" dedin mi her dinden insanla anlaşırsın. "Heh" dedi "Evet sevgi, Tanrı sevgisi, İsa sevgisi". Şimdi bu İsa deyince ben tüm peygamberlerin, tüm dinlerin sevgisi (Bak bunu biliyorum en azından, Müslümanlık tüm dinleri kucaklıyor) diye düşünürken verdim cevabı: "Muhammed sevgisi, diğer peygamberleri filan sevelim" gibi Almanca bir şeyler saçmaladım. Diğer dinlerin peygamberleri hakkında da en ufak bir fikrim yok bu arada!! Zenci çocuk da demez mi "Ama sadece İsa hayatından fedakarlık yaptı, diğerleri yapmadı" Allahım dedim, sıçtık, tamam ben almayayım. Yani bu mudur, bu kadar mı? Hem sevgiden bahsediyoruz, hem kucaklayalım filan diyoruz; yani ben diyorum, o demiyor, hem de böyle karşılaştırmalar yapıyoruz. Yani hiç hoş değil, hiç değil!! Neyse bana bir kağıt verdi, her Perşembe mi ne toplaşıyolarmış, konuşuyorlarmış filan falan. İyi dedim, memnun oldum tanıştığımıza, hadi bana hoşçakal.

Yurtlarda ilan asılan yerlerde, posta kutularınızda hep "Yalnız mısınız, gelin bize, arkadaş olalım", "İngilizce mi öğrenmek istiyorsunuz, gelin ücretsiz öğretelim" filan gibi mesajlara, broşürlere, ilanlara rastlarsanız bilin ki misyoner bunlar. Ulan bu devirde kim kime ücretsiz bir şey öğretiyor!!

Bir de birkaç kişiden duymuştum, misyoner çocuklar yurtlarda kapı kapı dolaşırmış. Bir gün bana da denk geldi. Açtım kapıyı. Tek tip giyinmiş, saçlarını yana yalamış iki sarışın çocuk. Ay çok komikler, uniforma giymişler, armaları bile var. Bir de sırt çantaları, tam kolejli tipler. Sanki ikiz gibi aynı anda konuşuyorlar gibi sanki. Ezberlemişler ne diyeceklerini, yüzlerinde bir ışık, bir gülümseme. Jesus Christ'in güçük versiyonu mübarek! Yine İsa misa bir şeyler saçmaladılar. Ben yine "Müslümanım" diye yırtmaya çalıştım. Bu kez yine sordu "İsa'ya inanıyor musun peki" 'Uleyn siktir git' diye içimden geçiriyorum bir yandan, bir yandan da nezaketimi bozmadan ne yapsam da savuştursam diye düşünüyorum. Zaten iki kelime Almancayı biraraya getirene kadar onlar beyin yıkamaya devam ediyor. Ben de altta kalmyacağım, cevap vereceğim ya "Müslümanım işte, biz tüm dinleri seviyoruz" diye aklımda Almanca cümle kurmaya çalışıyorum. Neyse ki Monja evdeydi, bir hışımla odasından çıktı, "Müslümanım dedi işte duymadınız mı" diyerek kapıyı çocukların suratına şıraakkkk diye kapadı ve beni bu dumur durumdan kurtardı.

Bizim Almanca kursunda rahip bir adam var. Yani adam bayağı rahip, bildiğiniz. Bizim gibi kısa dönemliğine gelmiş, teoloji okuyor. Yani şimdi hiç imam bir arkadaşım olmadı, rahip de olması tuhaf kaçar, zaten bi boka inanmıyorum, bozar beni bu işler diye hiç yanaşmadım. Bir yandan merak ediyorum deli gibi, yani bu adamlar ne yer ne içer nasıl yaşar, bildiğiniz insan mı, yoksa kutsanmış filan mı, yukarıdakiyle konuşuyor mu filan diye... Geçen gün denk geldi, öyle ders saatinin başlamasını bekliyoruz. Sınavımız var, sohbet ediyoruz filan. Herkesle olduğu gibi sıra sen burada ne yaparsın, ne okuyorsun, nereden geldin, ne kadar kalacaksın sorularına geldi. Ben başladım anlatmaya. Ama rahip de buldum ya, böyle olaylara duygu yükleyerek de anlatıyorum. "İletişim okuyorum"un artık neresine duygu yüklediysem!! İşte dedim hiç dersim yok, kütüphaneye gidiyorum, çalışmaya çalışıyorum ama bir türlü konsantre olamıyorum, arkadaşım da yok zaten, herkesin işi gücü var, hocalar da hiç yardım etmiyor, yapayalnız kaldım öyle filan diye yani Leipzig'deki hayatımı iyice duygusallaştırarak bir güzel özetledim. Aralıkta yapacağım seyahatten bahsettim (sürpriz, sonra yazacağım) Rahip arkadaş bana dedi ki "Çok mut'sun" Allahım bu mut ne ola ki!! Almancasını anlamadım, İspanyolcasını söylettim, ama onu da anlamadım. Elini de kalbine filan götürdü, ben dedim herhalde çok içlisin, duygulusun filan diyo bana. Anaammm bir sevindim bir sevindim. Rahip bana duygulusun dedi, beni anlayan insanlar da var bu dünyada, zaten psikolog gibi bir şey bu rahipler ne güzel diye böyle bir mutlu oldum. Sonra rahip arkadaş benim bu kederliliğimden çok etkilenmiş olacak ki, akşamki teoloji öğrencilerinin partisine çağırdı. Ama bilmiyorum nerede olacağını ben sana mesaj atarım arkadaşın telefonundan dedi. He gelirim herhalde, siz bana mesaj attın ben gelirim filan. Sonra eve gittiğimde bir baktım meğer "cesaretliymişsin" demiş, he bu da güzel ya, içli daha iyiydi ama tamam cesaretliyim de kabulümdür.

Neyse akşam oldu, gittim bu partiye. Yazık telefonu da yok, arkadaşının telefonundan mesaj yazıyor. Ben de kontör yok, arkadaşımın telefonundan he geldim, ordayım diye mesaj atıyorum. İçler acısı yani durumumuz. Parti bir kalabalık bir kalabalık. Uleyn dedim ne çok teoloji okuyan var. İşte bizim kurstan çocuklar filan da orada. O anda çaktım hepsinin teoloji okuduğunu, o kadar ilgisizim ki kurslara; kimin adı ne, ne okur bir türlü belleyemiyorum. Bunlar beni bayağı bir sıcak karşıladı, bir sürü yeni insanla tanıştırdılar. Teoloji okuyanların biraz tuhaf olduğunu söylemeden geçemeyeceğim, ama Leipzig'de gördüğüm en güzel partiydi. Tabi bizim partiler gibi kimi nasıl götürsem, kim kiminle kırıştırıyor, şundan ne dedikodu alsam gibi durumları olmadığı için herkes hep birlikte eğleniyor. Kimse birbirine sürtünmüyor. Süper müzikler çalıyor, içiyorlar, dans ediyorlar. Rahip arkadaşa dedim, ya rahipler içer mi. Şili'de içiliyor, içmezsen ayıplarlar dedi. Biz de insanız dedi. Ne güzel dedim.

Rahip arkadaş bana yurtlarda değil de, teoloji öğrencilerine özel bir yurtta kaldıklarını, yabancı öğrencilere kilisenin hibe verdiğini fanlattı. Böyle şeylere korkuyla bakılan bir ülkeden geldiğim için çok ilginç geliyor tabi bunlar bana. Hep birlikte yaşıyorlarmış aynı binada. O yüzden herkes birbirini tanıyor. Ama inanılmaz kolluyorlar, koruyorlar birbirlerini. Bu grup süper hoşuma gitti.

Sonra gidelim dedik. Rahip arkadaşla tramvayı beklerken bir muhabbete daldık. Türkiye ile Şili karşılaştırması yapıyoruz. Almanların tuhaflıklarından bahsediyoruz. Ona tuhaf gelen bana da tuhaf geliyor. Şili ile Türkiye sanki aynı kültürden ülkeler filan gibi yani, o derece. Türkiye Şili'de çok ünlüymüş, ama bizi muhafazakar biliyorlarmış. "Yok ya hiç değiliz biz, çok az kişi türban takıyor" filan diye durumu kurtarmaya çalışıyorum. Muhabbet uzadı da uzadı sonra, hadi merkezde kahve içelim dedik. Ama tabi gecenin biri, açık kahve bulmana imkan yok. Starbucks akşam yedide kapanıyor. Ama yine imdadımıza gözünü sevdiğim McDonalds yetişti. Tren istasyonunda McCafe'ye oturduk, sohbet ettik. Ben yine bayağı bir şeyler anlattım, psikolog gibi kilit sorular sordu. Sonra dedi Tanrı sana yol gösterir filan. Psikologlar da dese ya Tanrı yol gösterir. Bir rahatlıyor insan bir rahatlıyor öyle bi rahatlama yani!

Sonra ben Mevlana'dan bahsettim. Mevlana hakkında da bir bok bildiğim yok da işte, Almanca iki kelimeyi biraraya getirene kadar zaten bir sürü şey anlatıyorsun. "Peki" dedi "ünlü bir sözü var mı bu Mevlana'nın". "Gel, gel ne olursan ol yine gel"in çürük Almanca çevirisini yaptım. "Vay be" dedi, "çok güzelmiş"...

Hanslar ve Helgalar

Şimdi bu Almanlar acayip güzel. Öyle sandığımız gibi koca göbekli Hans, elma yanaklı Helga durumu yok ortada. Yeni nesil de mi var bir şey, yoksa hep böylelerdi de, bizim Türkiye sahillerine hep orta yaş üstü nesil mi geldi pek anlayamadım.

En çirkin kızda bile var bir güzellik. Burun yapıları, gözleri, kaşları, ayrı bir güzel. Beyaz ten, renkli göz, sarı tonları saçlar. Her köşe başında kuaför olduğuna saşmamalı. Ben de dönmeden bir Alman usulü kestirmem lazım ama yok benzeyemem ki bu millete. Bir kere inanılmaz alımlılar, uzun boylular. O boya posa ne giysen yakışıyor. Çok güzel giyiniyorlar. Mağazalara girince dibim düşüyor. İstanbul'da yok böyle kıyafetler. Zaten İstanbul gençleri göstermelik giyiniyor. Buradakiler kendileri için giyiniyor. Rahatlar her şeyden önce. Minicik etekleri kış vakti geçirip, bir de üstüne bisiklet sürüyorlar. Topukluyla bisiklet sürülür mü mesala, oluyor işte. İstanbul'da arabayı üstüne üstüne sürer, çiğnerler valla adamı. O topuklu çizmelerin içine hem incecik bacaklar, hem kot pantolanları nasıl sığdırıyorlar hiç anlamıyorum. Benim bacakların alt tarafı onların iki katı olduğu için, çizme bile zor giyiyorum. İspanyol paça biz koca butlu İspanyol ve Türk kadınları için keşfedilmiş zaten :D

Erkekler desen, Alman erkeklerin yanında Brad Pitt halt etmiş!!! Özellikle dikkatimi çekti, herkes saçını kız gibi kestiriyor. Önler uzun, arkalar kısa. Çok yakışıyor onlara. Bazen bakıyorum, kendimi film setinde, podyumda filan zannediyorum. Yanına gidip fotoğraf çektirsem, fotoğrafı da yüklesem Facebook'a "Alman film yıldızıyla fotoğraf çektirdim" diye kandırabilirim herkesi. O kadar!! Neyse bakmadığım için zati, fazla da yazacak bir şey yok bu konuda :PPP

Almanlar güzelliklerinin yanında çalışkanlar da!! Allahın her günü kütüphane dolu olur mu? Oluyor! İlk kez geçen Pazar günü gideyim dedim, şöyle yayıla yayıla çalışırım, giren çıkandan dikkatim dağılmaz. Yok yine dolu, yine. Neredeyse yer bulamayacağım öyle yani. Ama bu eğitim sistemi yavrucakları mahvediyor. Her derse bir sunum hazırlıyorlar, bizim yüksek lisansta yaptığımızı onlar lisansta yapıyorlar. Kütüphaneye gidiyorum, her biri kendisini çalışmaya gömmüş. Motive ederler beni ne güzel diyorum, ama dikkatim dağılıyor elimde değil. Ne çalışırlar, hangi kitapları okuyorlar, aaa bak yanında termosla çay getiriyor ben de mi getirsem, ayakkabıları çıkarıp şu kanepeye ben de mi yayılsam, şu kızın şalı da pek güzelmiş, o hırkadan ben de mi alsam durumu var sürekli bende... Hele şu WLAN'ı bilgisayara kurdurdum kurduralı sürekli bir mail ve Facebook, Farmville kontrol etme durumu başladı, çok fena. O değil, birine yakalanıcam, çalışkan ve güzeller güzeli Alman gençliğine rezil olucam!! Zaten buraya geldim geleli kafam büyüdü sanki, esmerleştim mi ne? Yakında kütüphanede hem güzel hem akıllı ayağına göbeğimi içeri çekerek dolaşıcam!!! Ya da Pedro Almadovar'ın gelip beni keşfetmesini beklemeye devam etcem!!

Sonbahar ve ders çalışmak




Hayatımda bu kadar güzel sonbahar görmedim. Yaprakların ağaçlardan bu kadar güzel düşüşüne şahit olmadım. Yerlerin bu kadar sapsarı oluşuna... Bazı günler dışarı çıktığımda nefesim kesildi. Öyle ormanda filan değilim. Yurdun önü bile çok güzel.

Hafta sonu Jirka burdaydı. Çekya'dan arkadaşım. Kız arkadaşı Annika, Jirka ve ben bisiklet gezisine çıktık. Pazar hava çok güzeldi. Kanal boyunca bisiklet sürdük. Kanal Cafe'de mola verdik. Ormanda bisiklet sürdük. Küçük gölün kenarında ördekleri seyrettim. Keşke dedim, keşke fotoğraf makinemi yanıma alsaydım. Bir daha hayatım boyunca göremeyebilirim. Bir daha Almanya'da sonbahara şahit olamayabilirim. Dolayısıyla buraya fotoğraf da yükleyemeyeceğim. Ve sizi bu muhteşem görüntülerden yoksun bırakacağım. Ama Cumartesi günü fotoğraf makinemle bu kez gezmeyi planlıyorum. Umarım, umarım sonbaharı kaçırmamışımdır. Çünkü artık ağaçlar yavaş yavaş çıplak olmaya başladı. Tek bir yaprak kalmadı. Yaz boyunca yaprakların arkasına gizlenen ayrıntılar şimdi ortaya çıktı. Bakalım kış nasıl olacak, merak ediyorum...



Son bir ay sonbaharın mahmurluğuyla verimsiz geçirdim. Tezim konusunda kendimde çok daha fazla bir ilerleme bekliyordum ama pek başarılı olamadım. Bahaneler üretip durdum. Bilgisayarı kütüphaneye götürürsem daha rahat çalışabilirdim. Ama ilk önce mouse'um yoktu. Mouse'suz çalışılır mı hiç canım, imkanı yok!!!! Sonra kütüphanede ya tuvaletim gelirse, ya kahve içmek istersem napcam dedim, her seferinde bilgisayarı toparlayıp götüreceğim, sonra geri mi geleceğim. Bunun da çaresi çok kısa zamanda bulundu. Bilgisayar kilidi aldım. Bu çelikten bir kordon, masaya dolayıp bilgisayara takıyorsunuz. Türkiye'de hiç görmedim. İsteyen varsa getirebilirim. (10 euro :)) Ama yine de uzun süreli gidişlerde, yemeğe giderken örneğin bilgisayarı yanıma alıyorum. Nolur nolmaz. Sonra Üniversitenin kablosuz ağına bağlı değildim. İnternet olmadan da çalışılmaz!!! Mümkünatı yok!!! Onu da hallettim. Abilere götürdüm bilgisayarı, bir güzel kurdurdum WLAN'ı. Defter, kalem, silgi, çok önceden alındı zaten. Artık çalışmamak için hiçbir bahanem kalmadı.

Şimdi her gün bilgisayarım, defterim, kalemim, internetim kütüphanenin yolunu tutuyorum. Öyle oturuyoruz hep birlikte!!!

Yine de planlarımın gerisinde değilim. Tez öneri raporunu tamamlayıp hocama gönderdim. Sonra kendisinden çok motive edici bir mail aldım. Leb demeden leblebiyi anlamışım. Bir de ben ne anladığım anlasam. Şimdi kendisinden geri dönüş bekliyoruz. Bilgisayarım ve ben!! Yok bu arada boş oturmuyorum, ben yine okumaya devam ediyorum. En azından günde 1-2 sayfa okursam 4 ayda bu tezi yarılayabilir miyim?? Türkçe kitap olsaydı keşke, günde en az 10 sayfa okurdum!!!! 10 sayfa vay be! En az 10 katı!

Neyse, gerçekten çok geride değilim sanırım. En azından birkaç hafta sonu çalışırsam planıma yetişebilirim.

Bu hafta sonu!! Yok bu hafta sonu değil de, ondan sonraki hafta sonu olsa? Olmaz mı? Malum sonbahar, tadını çıkarıyorum...

Leipzig'de öğrenci olmak

Birkaç zamandır düşünüyordum, buradaki pratik bilgileri yazayım, buraya benden sonra gelecek arkadaşlara kolaylık olsun diye. Bülent tercihini buradan yana yaptı. İlkbaharda Gözde geliyor. Bülent beni soru yağmuruna tutmaya başlamıştı zaten. Gözde'den de bir takım sorular gelince bir takım bilgileri paylaşmakta fayda görüyorum.

Dil
Leipzig Üniversitesi bize gönderdikleri kabul kitapçığında dil formunu doldurup geri göndermemizi istiyor. Almanca seviyenize göre bu formu doldurup, okuldan birine (bölüm başkanı, dekan vs.) imzalatarak, başvuru belgenizle birlikte gönderebilirsiniz. İlk başta çok önemli gibi görünüyor. Almanca bilmezseniz size kabul mektubu da göndermeyeceklermiş gibi duruyor ama işin aslı öyle değil. Ben de ilk başta çok panik yapmıştım, iyi bir seviye isteyeceklerini düşünmüştüm. Ama buraya geldiğimde benim kadar bile Almanca bilmeyen öğrenciler gelmişti.

Zaten üniversite dönem başlamadan önce 3 haftalık bir dil ve oryantasyon kursu öneriyor. Bu kursu da istiyorsanız, başvuru kitapçığındaki formu doldurup göndermeyi unutmayın. 3 haftalık kurstan önce sizi bir teste alıyorlar ve Almanca seviyenizi ölçüyorlar. Hiç Almanca bilmiyorsanız, ya da çok az biliyorsanız sorun olmuyor, sizin seviyenizdekilerle bir kurs yapıyorsunuz. Kursun içeriği konusunda önceki yazılarımda sanırım bahsetmiştim. 3 hafta boyunca hem dilimizi geliştirmek hem de buradaki hayata adapte olabilmemiz için bir sürü etkinlik düzenlediler. 3 haftalık kurs hafta için her gün sabahtan öğleye kadar sürüyor. Öğleden sonra kimisi zorunlu kimisi tercihli olan bir dizi etkinlik düzenleniyor.

Bu kursa yazıldıysanız her derse ve etkinliklere katılmak zorunlu. Çünkü kurs bitiminde kredi alıyorsunuz. 3 ECTS kredi :) Ama mutlaka üniversitenizin bu krediyi kabul edip etmeyeceğini öğrenin.

Bu kursu düzenleyen üniversiteye bağlı bir okul. Studienkolleg. Bu okul dönem boyunca gidebileceğiniz Almanca kurslar da veriyor. Yazma, konuşma, gramer ve fonetik kursları. Erasmus öğrencileri için ücretsiz. Ama Almanca bilgisi sıfır olanlar 240 euro gibi bir para ödüyor. Erasmus da olsa fark etmiyor. O yüzden gelmeden önce biraz Almanca öğrenmekte, sonra 3 haftalık kursta pekiştirmekte fayda var. Ayrıca buradaki yaşam için de daha kolay. Zira ilk başta kayıt, yurt vs. için irtibatta olacağınız kişilerle Almanca konuşuyorsunuz. 3 haftalık kurs süresince Studienkolleg'deki kurslar hakkında size bilgi veriliyor. Oryantasyon kursunuzun bitiminde kayıtlar başlıyor. Kurs, dönem sonuna kadar sürüyor.

Öğrenci kartı
Unicard deniliyor. Kayıt sırasında bu konuda size bilgi veriliyor. Yalnız dikkat!! Bu kart ücretli. Her ne kadar Türkiye'de dönem parası yatırmış olsak ve bize burada herhangi bir ücret ödemeyeceğimiz söylenmiş olsa da, burada bu kartı almak durumunda bırakılıyorsunuz. 101 Euro. Bankaya yatırıyorsunuz. Almadan olmuyor. Çünkü yemekhanede uygun fiyata ancak bu kartla yiyebiliyorsunuz. Yemekhanede para geçmiyor, bu karta para dolduruyorsunuz, ödeme sırasında karttan düşülüyor. Aynı şekilde bu kart ile Computer Pools'da çıktı alabiliyorsunuz, ödemeyi yine bu kartla yapıyorsunuz. Kütüphane hizmetlerinden ancak bu kartla yararlanabiliyorsunuz.

Ulaşım
Leipzig'de ulaşım çok rahat. Unicard'ı aldığınız zaman LVB firmasından (bu tramvay firması) Semesterticket alabilirsiniz. Bir dönem için 75 euro ödüyorsunuz. Oldukça ve oldukça uygun. Yani yurdunuz veya eviniz üniversiteye yakın değilse, mutlaka almak gerekiyor.

Ayrıca Unicard ile akşam 19.00 sabah 04.00 arası ücretsiz seyahat edebiliyorsunuz. Ayrıca hafta sonları ve tatillerde de sanırım tüm gün ücretsiz. (Ben semester ticketı almadım, gündüz bisiklet, akşam Unicard ile seyahat ediyorum.)

Bisiklet bir başka alternatif. Yeni almanıza pek imkan yok, çok pahalı. Zaten dışarıda bırakmaya da kıyamazsınız. Ama ikinci el bir bisiklet alabilirsiniz. Açık artırma düzenleniyor, kaçırmazsanız ucuza bir bisiklet kapatabilirsiniz. Ben 80 euroya aldım bisikleti. Moritz diye bir adamdan aldım. Kendisinin nosunu bilmiyorum ama kursta herhalde hocalardan öğrenmek mümkün olabilir. El altından satıyor, dükkan filan değil. Dolayısıyla telefonla randevu alıp, bisikletleri tuttuğu depoya gidip kendinize uygun seçebilirsiniz. Ben pahalıya aldım, 20 ye alan da var, 40 a alan da. Ayrıca kilit almayı da unutmayın.

http://dsb.uni-leipzig.de/ - Das Swarze Brett'de de ikinci el bisiklet bulabilirsiniz. Burası ikinci el bir ilan sitesi. Satın almak istediğiniz başka bir şey olursa yine burdan bulmak mümkün olabilir.

Hem Semester ticket hem bisiklet de almak bir tercih olabilir :))

Konaklama

Konaklama için iki alternatif var. Birincisi Wohngemeinshaft dedikleri birlikte yaşanılan öğrenci evi. İnsanlar zaten yerleşmiş, boş odalarına birini arıyorlar.
http://www.wg-gesucht.de/wohngemeinschaft.html
bu siteden bakabilirsiniz.

Ben yurtta kalıyorum. Yurtlarla Studentenwerk ilgileniyor. İstanbul'dayken online başvuru yaptım ve rezerve ettim odamı. Buraya geldiğinizde Frau Prall'a gidiyorsunuz, (Studentenweek Goethestraße 6'da), kaydınız yapıyor, bir takım belgeler veriyor ve ilk ay kiranızı ve depozitoyu yatırmak için aynı binada başka bir odaya yönlendiriyor. Ayrıca yurdunuza nasıl gideceğinizi tarif ediyor ve hausmeister'ın bilgilerini veriyor. Oda anahtarınızı Hausmeister'dan alıyorsunuz. Ayrıca Hausmeister size İnternet kullanımıyla ilgili belgenizi veriyor. Ayrıca kira sözleşmesi yapmanız gerekiyor, her yurtta bu işle ilgilenen kişi farklı, yine Frau Prall bu bilgileri size veriyor. Studentenwek'in linki aşağıda.

http://www.studentenwerk-leipzig.de/

Bu linkte tüm yurtları, fiyatlarını ve adresleri görebilirsiniz. Benim tavsiyem Strasse des 18. Oktober, Tarostrasse, Philip-rosenthall strasse ve Nürnberger strasse üzerinde yoğunlaşmanızdır. Online başvuru sırasında en az üç tercih yapıyorsunuz. Buralarda kalırsanız hem diğer öğrencilere hem de partilere hem de merkeze yakın olursunuz. Yine bu yurtların fiyatlarına da bu siteden bakabilirsiniz. En uygun fiyatlı sanırım Tarostrasse'dekiler. Ama fiyat seçme şansınız yok sanırım. Yurt seçerken fiyat aralığını seçmiş oluyorsunuz aslında. Ucuz oda da gelebilir, pahalı oda da. Başvuru yaparken bir bakın.

WG'de kalmak da zevkli olabilir. Türkiye'de internetten bakıp, anlaşabilirsiniz de. Ya da buraya gelip birkaç gün otelde kalıp WG gezip insanlarla konuşursunuz, içinize yatan bir yer ile anlaşabilirsiniz. WG'de kalmanın avantajları da olabilir. Alman arkadaşlarınız olur, Leipzig'i tanıyorlardır, size yardımcı olurlar, dilinizi geliştirebilirsiniz. Yine fiyatlara yukarıdaki siteden rahatlıkla bakabilirsiniz. Gohlis tarafında faşistler olduğunu duymuştum, o tarafa gitmeyin siz yine de :)) Yurtlarda genelde yabancılar kalıyor, gözlemlediğim kadarıyla. Almanlar rastlamak da mümkün. Bende olduğu gibi :))

Yurt odaları
Yurtlar tek odalıdan 6 odalıya kadar gidiyor. Her bir apartman kendi içinde ev gibi. Herkesin kendi odası var, mutfak ve banyo ortak. Ben ikili de kalıyorum. Üçlü ve daha fazlalarda mutfak biraz daha büyük ve iki banyo var. Sitede yurt grafiklerine bakarsanız daha iyi gözünüzde canlanabilir.

Odalarda bir yatak, bir gardrop, bir kütüphane, bir masa, bir çalışma masası ve sandalye var. Perde yok ve burada çok pahalı!! Odalar genelde standart. Ama sanırım mobilyalı olmayan odalar da var. Başvuru yaparken dikkat edin ne tercih ettiğinize. Yatak var ama yorgan, yastık, çarşaf yok. Buradan alabilirsiniz, ama birazcık pahalı, biraz kasarsanız ucuz da bulmak mümkün. Ama ben istanbuldan getirdim.

Tabak çanak bardak yok. Oda arkadaşınız paylaşımcı biriyse onunkileri kullanırsınız. Ama değilse almak durumundasınız. Ben buradan aldım. Ucuza bulabiliyor, hemen hemen her şeyi çok uygun fiyata aldım. Bir başka alternatif de yurtlarda asılı olan ilanlar. Öğrencilerin işi bitiyor, odasını boşaltıyor vs. buraya ikinci el satılık ilanları asıyor. Ben de dönerken asacağım mesela. Su ısıtıcı, çamaşır askısı, halı, ütü, masa lambası, kahve makinesi, bardak çanak vs. gibi şeyleri satıyorlar. Dediğim gibi oda arkadaşınızın kahve makinesi ya da su ısıtıcısı varsa almanıza gerek kalmayabilir.


Hazır yeri gelmişken birkaç da market ismi vereyim :P
Lidl - uygun fiyat
Rewe
Hit
Aldi - uygun fiyat

Mac-Geisz - böyle yazılıyordu sanırım :)) Burası 1 Euro'cu. Ama 1 Euro'nun altında ve üstünde de bir sürü şey satılıyor. Bizde hediyelik eşya işe yaramaz şeyler satan 1 milyonculara benzemiyor. Temizlik malzemesinden tencereye aklınıza gelebilecek her şey her şey var burada. Ve süper uygun fiyat.

Galeria Kaufhof- Merkezde lüks bir alışveriş merkezi. Ama indirimli ürünleri de çok var. Çok uygun fiyata ürünler bulabilirsiniz.

Saturn - Conrad- İnternet kablosu almanız lazım. Ve diğer tüm aklınıza ne gelirse elektronik şeyler burada var.

Yurt olanakları

İnternet kiraya dahil. Aylık 20 Gb kullanım hakkınız var. Eğer geçerseniz hem bağlantınız kesiliyor hem de bir sonraki ay ceza yiyorsunuz, kullanamıyorsunuz.

Yurtlarda çamaşır yıkama odaları var. Aşağıda iki makine var, 2 euroyla çalışıyor. Üç haftalık çamaşırı çok rahat yıkayabilecek büyüklükte.

Ayrıca yurtlarda misafir ağırlayabileceğiniz mutfaklar, parti odaları ve fitness salonları da var. Ancak bunları kullanmak için ilgili kişilere mail atıp anahtarı almak gerekiyor. Yurtlarda asılı mailler.

Isınma, ocak, elektrik, su yine kiraya dahil. Bunlar için de herhangi bir ödeme yapmıyorsunuz.

Asansör var :PP

Şimdilik aklıma gelenler bunlar. Siz sorun ben yazayım.