Bana bir yeni yıl hediyesi, lütfeeen :((

Herkesin evine gittiğini söylemiştim. Yeni yıl için birkaç kişi döndü. Kimisi bir ev partisinde kutlama yapmak istiyor. Kimisi bir klüpte cımtıstak takılmayı. Ben ikisini de istemiyorum, çünkü bunları yapmak isteyen grupları çok tanımıyorum. Yeni yıla sevdiğim insanlarla girmeliyim çünkü, tanıdığım bildiğim. Ama yok kimse işte. Rahip de gitti kutlama için Varşovaya. Kalakaldım öyle yapayalnız. Diyorum şöyle bisikletimi alır Leipzig i turlarım. Şehir merkezinde vakit geçiririm. Öyle deli gibi yemem, deli gibi içmem, dans etmem gerekmiyor di mi mutlu olmak, eğlenmek için...

Yeni yıldan dileğimi yazmıştım. Ya olursa ya olursa diye diye adını "if" koymuştum. Ve gerçekten bir Noel günü "if"ten mesaj düştü mail kutuma. Çok bir şey söylemiyor daha ama yine de beni umutsuz bırakmadı. Neler diliyorum başka?

Tezimi bitirebilmeyi, doktoraya başlamayı öncelikle. Sağlık mutluluk vs. dilemiyorum da her gün şükrediyorum zaten var oldukları için... Eminime bol bol qsl (radyo şeysi), üç katı fazla dalış, üç katı fazla dalıcı diliyorum. Bir de diliyorum ki o kadar çok işi olsun, bir sürü tamir yapsın, üç kat daha fabrika açsın, çok çalışsın çok para kazansın, ben de gidiim yiyim paraları Las Vegas ta pokerde. Bir de diliyorum ki Latin Amerikaya ya da Asyaya dalışa gidelim bu yıl. Hayırlısıyla diliyorum (bunu da emin doladı dilime)

Ya bir de sizden bir dileğim var. Bir yeni yıl hediyesi verin bana. Yalnızlığıma en güzel hediye olsun bu. Ben bakıyorum da ortalama sanki 20 kişi filan okuyor bu blogu. Ama tam çalışmıyor bu sayaç şeysi, ya da anlamıyorum ben. O yüzden bir ses verin, yorum kısmına iki ses edin, kim okuyor ediyor bileyim, böyleee bi mutlu olayım. Çok istiyorum çoookkk. Noooluuuurrrrr. NNüüütfeeenn!
Sizin için de böyle dönmedolap kadar eğlenceli ışıklı bir yıl dileyim. :PP

Hallelujah!

Ben eminim ki biz doğdumuzda kimse kulağımıza ezan filan okumadı. Hiç böyle bir hikayemiz yok valla bebekliğimize dair. Ama rahmetli babaannem en çok ben bebekken, bir cenazenin arkasından el sallayarak güle güle gitsin güle güle gitsin diye bağırdığımı anlatırdı. Koskoca ailede namaz kılarken gördüğüm tek insan yine babaannem oldu. Annem akademisyen bilim adamı kimliğine yakıştıramadığından muhtemelen hiç din lafı geçmedi bizim evde, babamsa inançsızlığa inandı sanırım. Anne tarafı hepten öğretmen, din min korkarız biz hep öyle şeylerden.

Çok küçüktüm hatırlıyorum da, yine babaannemlerin evinin yakınında bir yaz vakti, yokuş yukarı bir yerde bir kuran kursuna gitmiştim. Herhalde nasıl bir kabus yaşadıysam ertesi gün gitmeyi reddettim. Ne mutlu ki, daha o yaşta kendi kararlarımı verebilecek güçteymişim.

Dinle tek münasebetim okul yıllarında oldu tabi ki. Din dersi de zaten not yükseltmek ve takdir almak için fasa fiso bir dersti. Ve bana hayatım boyunca unutamayacağım bir de anı bıraktı. Sınav oluyoruz şimdi, ben de öyle yazmışım bayağı yani bildiğimi ettiğimi, ortalama bir kağıdım var. Zil çaldı, sınav bitti ama tenefüs boyunca da vakit istedik ve hoca sınavı uzattı. Ben de artık beni ne dürttüyse şu kitabı açıp da bi bakiim dedim. Açmamla hocanın başımda dikilmesi bir oldu ve koca bir sıfır aldım. Evet, din sınavında kopya çekerken yakalandım. Hatırladıkça hala gülerim.

Hiç öyle inançlı sevgilim filan olmadı. Allah kelimesi ağzından çıkanın bana müsade diyip uzaklaşmışlığım, ay bu da inanıyor be diye terk etmişliğim, hiç inanan biriyle de hayatta da yapamamam demişliğim vardır. Büyük konuşmayacaksın işte hayatta. Çünkü sevgili Emin, bir zamanlar kaçarak uzaklaştıklarımdan çıktı. Sürpriz! Sevimliliği, beyefendiliği, huyundan suyundan kurtardı işte ;P Bir de iftar sofrasında içki içen saygısız bendenize ses çıkarmayacak kadar uygar olduğu için gayet iyi anlaşıyoruz. :)

Onun da ailesinde yok da nasıl olduysa buna bir ışık doğmuş bir yerden, hadi ben bi inanayım demiş bir gün. Ama çok komik, böyle dua okuyuşu filan var, normal konuşurkenki sesi birden böyle öyle ağdalı bir hal alıveriyor, sanırsın imam mübarek! Okut üflet yani! Bir de böyle araba kullanırken mezarlığın yanından filan geçerken mutlaka dua okuyor, ama Amin demek için elini yüzüne götürdüğünde direksiyon bomboş kalıyor, bilmeyenler o an panik yapıyor, abi napıyorsun filan diye. Ama bir şey dememe gerek kalmıyor, zira güzel kedimiz Çarşamba gerekli mesajı iletiyor, gidiyor namaz kılarken eğildiğinde burnunu ısırıveriyor Eminin. (Akıllı kızım benim!)

Öyle camiye gitmişliğim filan yoktur ama çok uzun yıllar caminin dibinde yaşadım. Odamla caminin minaresi arasında birkaç metre ya vardı ya yoktu. Öyle ezan sesiyle nasıl yaşıycaz, sabahın köründe ya uyanırsak filan diye korktum ama bir şey olmadı, alıştık birbirimize. He kiliseye gitmesini severim o ayrı. Bir pazar sabahı tesadüfen Beyoğlunda dolaşırken bir gireyim bari ne var acaba diye kiliseye girdim oturdum. Pazar ayini vardı tabi ki. Herkes ne yapıyorsa ben de onu yaptım, ayağa kalkarlar kalkarım, otururlar otururum. Bir de elinize takip etmeniz için şarkı sözlerini programı filan veriyolar ama bir bok anlamadım tabi. Öyle broşürü evirip çevirdim, millet şarkı söylüyor ama bir türlü bulamıyorum hangi şarkı olduğunu. Çünkü ingilizce olmasına rağmen anlaşılmıyor bir türlü cemaatin ne söylediği. Bir de bir ara, herkes ayağa kalktı, yanındakinin arkasındakinin iki elinin avucuna alarak elini sıktı filan. Ben de bir sürü insanla tokalaştım o ara. Aman da dedim ne güzel bi şeymiş bu kilise!

İşte burada da Noel'de kiliseye gitmeye karar verdik ya işte lafı oraya getircem. Thomas kirche de buluşcaz rahiple. Ama vaktim vardı, Nikolai kirche e gireyim dedim. Bir kalabalık bir kalabalık. Yine elime program ve şarkı sözleri tutuşturdular, izlemeye başladım. Öyle rahip vaaz filan vermiyor, sahnede tiyatro oyunu sergileniyor. Ama ne söylediklerini anlamıyorum tabi Almanca olduğu için, de kopacaktım gülmekten. Çünkü böyle bağırarak ve vurgulayarak, her kelimenin arasında uzun es ler vererek konuşuyorlar. Hani bizim müsamerelerde yaptığımız gibi. Bir ara karnı burnunda meryem ana çıktı, bir marangoz ile konuşmaya başladı, vakit geldi, isa doğuyor filan dediler. Ben içimden geberiyordum gülmekten. Her kısa sahne arasında da şarkılar var, cemaat söylüyor, ama yine takip edemedim. Çaktırmadan milletin broşürün hangi sayfasına baktığına baktım ama çözemedim bir türlü. Neyse Thomas kirche ye geç kalıyorum diye kaçtım.

Biraz erken gittik, yer bulmak için. Yine programı aldık, oturduk, rahip bana tüm programı tek tek açıkladı. Thomas kilisesi ünlü bir kilise çünkü Almanyanın en iyi korosu sanırım burdaymış, duyduğuma göre. Böyle dev orglar var ya, ondan çalıyorlar. Program başladı, genelde şarkılı filan, rahip arada çıkıyor vaaz filan veriyor. Şarkıları genelde koro söylüyor ama cemaat de eşlik ediyor. Söylemedim ilk şarkıyı, alışma süreci geçirdim biraz. Çünkü kulağıma alalala elelala hallelujah dan başka bi şey çalınmıyor. Neyse sonra baktım ben de söylüyorum. laylay leleaylaom diye şarkılar söyledik hep birlikte. Sözleri çok anlamıyorum ama böyle kuşlar böcekler gökyüzü yaşasın isa doğdu filan tadında hepsi. Rahibin vaazı sırasında çok uykum geldi, bir şey de anlamadım zaten. Çıkışta sordum benim rahibe, nasıldı sence diye. Sıkıcıydı, ben böyle konuşmuyorum cemaatimle dedi. Noelde cemaatine bir mektup yazmış, uzakta olduğu için ve biliyor musunuz neden bahsetmiş: şükran duymaktan! Amanin dedim yaa şükran taa Türkiyeden Şili lere kadar gitti.

Ay benim bu Noel geyiği içimi baymaya başladı. Zaten her yer kapalı burada, sessiz sakin, in cin top oynuyor. Ben de oturmuş burada Noel yazıları yazıyorum. Size de fenalık gelmedi mi kuzum?



Güzeller güzeli kızımın fotosunu koyim de içiniz açılsın :P





Bu foto da yazının konseptine cuk oturdu :P Çarşamba seccadenin üzerinde!

Noel alışverişi

Noel gelmeden önce, tahmin ettim şimdi bunlar her yeri kapatırlar, açık yer bulamam, aç kalırım filan diye. O yüzden geçen haftadan bu yana alışverişteyim. Neler almadım neler. İki haftalık tatil için, 3 aydır burada yapmadığım alışverişi yaptım. Hatta öyle tek seferde yapamadım. Alışveriş için üç kez markete gittim, elimde 5 altı torbayla filan döndüm.

İlk önce bir içkileri alayım dedim. Öyle her akşam içtiğimden değil de, hani olur misafirim gelir, içkisiz olmaz dedim. O yüzden gittim, 3 şişe Becks green limon, 2 şişe buğday birası, 3 şişe normal bira, bir şişe beyaz şarap (bir de evde vardı), 1 karton glühwein (ısıtıp mis gibi içiliyor sıcak sıcak) stokladım. Buraya geldiğimden beri daha bu kadar içmedim! Sonra öyle meyve suyu, soda filan içmem ama ya canım isterse dedim, gittim 5 şişe meyve suyu, 2 şişe soda aldım. İçki olur da cips olmaz mı dedim, iki paket cips aldım.

Geldiğimden beri doğru düzgün ağzıma meyve koymuyorum. Alıyorum alıyorum çürüyorlar, Monja alıyor bir ton, o da unutuyor yemeyi, sürekli çöpe meyve atıyoruz. Gittim iki koca file mandalina, bir file portakal aldım. Ya olmayınca olmuyo. Ya canım isterse diye...

Buranın meyveli yoğurtlarını çok seviyorum, 6 paket filan onlardan aldım. 250 gramlık 4 paket normal yoğurt aldım. 2 paket quark aldım. Bu quark'ın nasıl yenildiğini pek kavramadım ama Monja'dan öğrendim. Biraz sütle karışıtırıp hafif sıvı hale getiriyorsun, içine meyve filan da koyunca bir güzel yiyorsun. Galiba yemeklerde filan da krema niyetine kullanılıyor.

En çok buranın peynirlerini yiyorum. Gittim 5-6 çeşit peynir aldım. Goudasından mozerallasına, beyaz peynirinden briesine, krem peynirine kadar...

Öyle fazla sebze, ot filan alamıyorum. Çünkü dolap donduruyor sebzeleri, sonra yıkayınca gevşiyor hepsi, o yüzden az almak zorunda kaldım. Madem dedim sebze alamıyorum, iki paket dondurulmuş hazır et, 3 paket makarna aldım. Daha buraya geldiğimden beri topu topu 2 paket makarnayı anca bitirmişimdir. Bir aydır yapmıyorum ama ya canım pilav isterse dedim, gittim bir paket de pirinç aldım. Ay şimdi dedim, hepsi bitirse aç kalırsam bir de diye, 4 kilo patates aldım. Napcaksam!

Koca bir somon ekmek aldım, ısıtır ısıtır yerim artık.

Çayla beslendiğim için öyle ağzıma su filan koymuyorum, hatta o kadar ki rüyamda su içtiğimi görüyorum kana kana. Bir de kütüphanede yanıma su almayı unutuyorum, olmayınca canı istiyor işte insanın, su içenlere ay olsa da içsem keşke diye gıptayla bakıyorum, yanımda olunca içmeyi unutuyorum. Suyla aram böyle olmasına rağmen, susuz kalırsam naparım diye telaşa kapıldım, 1.5 litrelik şişe sayısını 5'e tamamladım.

Artık unuttuğum bir şey var mı bilmiyorum ama deli gibi alışveriş yaptım. Zor taşıdım torbaları. Bırak dolabı mutfakta artık koyacak yer kalmadı. İşin kötüsü, son birkaç gündür iştahım bir kapandı bir kapandı. Günde iki öğünü zor yiyorum. Her sabah kahvaltıda zeytinyağlı domates, yumurta, dilim dilim peynir yiyen ben bi dilim ekmeğe nutella sürüp akşama kadar ağzıma bir şey koymuyorum. Niye, nasıl böyle oldu bilmiyorum.

Şimdi bu kadar şeyi çürütmeden nasıl yiyeceğim diye düşünüyorum. Gelen giden de yok. Belki Noel Baba uğrar diyorum, Glühwein ikram ederim ona, içini ısıtırım karda soğukta, bi de mücver yediririm, yoluna sonra devam eder diyorum. Öyle oturdum hohoho diyerek gelmesini bekliyorum.

İlk Noel


Noel yaklaştı ya, okul bir hafta önceden, Cuma gününden itibaren tatil oldu. Dersini bitiren terk etmeye başladı Leipzig'i. Erasmus öğrencileri ülkelerine, burada evi olanlar evlerine. Zira öğrenci şehri burası, çoğunun evi burada bile değil. Herkes gitti. Leipzig'in merkezinde kurulan Weichnachtsmarkt kaldırıldı. Çeşit çeşit Noel hediyelikleri satanlar, glühwein'cılar, tatlıcılar, bratwurst'cular hepsi dün akşam toplandı. Böyle bir şaşırdım kaldım. Daha doya doya glühwein bile içememiştim. Hatta kuzucum Türkiye'ye gitmeden önce, Ebru ablacım nolur benim için bir glühwein iç de şu Noel'e özel glühwein bardaklarından al benim için nolur dedi. Onu bile yapmaya fırsat olmadı kuzucum, çok özür dilerim. :(( Ama senin için bir bardağım var kuzum, merak etme ;) Bir aydır cıvıl cıvıl olan Leipzig'in merkezinde şimdi kimsecikler yok. Yarından itibaren dükkanlar da kapanacak.

Ben de İspanya dönüşü, böyle herkesi gider görünce, dedim ben de mi gitsem acaba. Kendimi bayağı bir yalnız hissettim, İstanbul'u bir özledim bir özledim. Gitsem mi gitmesem diye bayağı bir düşündüm, hatta THY'den uçak bileti bile rezervasyonu yaptım. Bileti satın almaya 12 saat! Karar vermek için 12 saat! Sonra sabah kalktım, yurt dışında ilk Noel'in, belki de son. Bir daha Noel filan göremeyeceksin, tadını çıkarmaya bak, İstanbul bir yere kaçmıyor dedim kendi kendime. Hem her yer bembeyaz, ve kar yağmaya devam eder belki dedim. Ve kalmaya karar verdim.

Hani böyle filmlerde filan olur ya, Noel günü ağaçların altındaki hediyeler açılır, akşam yemekler yenir filan. Ay bir özendim bir özendim. Kendimi nerelere davet ettirsem napsam acaba diye oraya buraya mailler attım. Ama yok kimse artık buralarda, ne ses veren oldu, ne davet eden.

Dedim Noel günü kesin şu kiliseleri bir gez, dua et. Yani şimdi inanırım inanmam o ayrı bir mesele ama en azından bu güzel günde bir ışık doğar, belki çok daha güzel şeyler olur hayatımda dedim. Çünkü geçtiğimiz yıl çok güzel geçti benim için. Neredeyse istediğim her şey oldu. Şu metin yazarlığı dışında bir iş yapayım, müşteri yönetiyim dedim yaptım, farklı bir tecrübe edindim. Taa üniversite yıllarından beri istediğim yurt dışında yaşama isteğim gerçek oldu. Çok uzun yıllardır planladığım Brno seyahatini birden yapıverdim. Çözülmeyen meseleler birden çözülüverdi. Buraya geldim, dedim mis gibi olsun her şey, hiçbir şey aksi gitmesin, iyi bir oda arkadaşım olsun dedim, çok şükür her şey yolunda. Yani dedim daha ne isteyim ki. Sadece ve sadece nazara inanırım. O da iyi düşünce ve kötü düşünce ile ilgili. İyi düşünürsen olur, sen kötü düşünürsen başkaları da kötü düşünürse olmaz. Bu kadar işte. Bu yüzden dedim çok olumlu düşünmeliyim, kesin şükretmeliyim sahip olduklarıma. Ve belki de olacaklarıma... Şimdi yeni yıl için şu anda çok istediğim bir şey var. Kısaca adına "if" diyelim. Bu "if" de olsun istiyorum yeni yılda, başka bir şey istemiyorum. Lütfen tüm ama tüm olumlu düşüncelerinizi bana yönlendirin ve oluversin işte. İnsanoğluyuz işte, isteklerimiz bitmiyor hiçbir zaman...

Yarın Noel. Bugün rahip arkadaşımla buluştum. (Ya şimdi ben bu adamın ismini yazmıyorum, böyle yazmak daha hoşuma gidiyor, sanmayın ki küçümsüyorum, çok değerli bir insan kendisi) Sordu bana Noel'de napacaksın diye. Dedim dua edeceğim kilisede. Gerçekten mi dedi. Evet dedim, şükredeceğim. Ve kendisine "şükran duymayı" açıkladım kendimce. Ne Almanca, ne İngilizce ne de İspanyolcada var mı böyle bir kelime bilmiyorum. Ama işte teşekkür etmeliyiz dedim sahip olduklarımız için, ben de teşekkür edicem. Kendime, herkese, yukarıdakine... Gülümsedi bana, Ebru dedi bana çok önemli bir şey hatırlattın, "teşekkür ederim." Yani bunu kelimelere, yazıya dökmek o kadar zor ki. Böyle bir tuhaf oldum, o daha çok duygulandı ve dedi benim için çok önemli bu söylediklerin, cemaatime anlatacağım "teşekkür etmeyi". Ya şimdi siz okuyorsunuz, bir şey ifade etmiyor belki size ama ben acayip duygulandım.

Belki yılbaşı ağacımız yok. Noel günü açacağım tek hediye, Farmville ağacının altındaki paketler olacak. Belki bu geceyi paylaşacağımız dostlarımız yok yanımızda. Kurulu sofralarımız, yemeklerimiz... Ama Tanrı'nın, ya da Allahın ya da işte birinin evi var orada, oraya gidip şükredeceğiz birlikte. Sahip olduklarımız ve olacaklarımız için... Ve belki de Noel hediyem, Noel sabahı mail kutuma düşen "if"den bir mesaj olur... Kimbilir...

Korku filmi :((

Ben böyle yemekhanede, dörtlü masalar var genelde onlara oturuyorum. Çünkü 10lu masalara hem girip çıkması zor hem kalabalık oluyor. Dörtlü masalarda ise genelde böyle ya bir kişi, ya iki kişi ya da arkadaş grubu filan oturuyor. Hem daha samimi bir ortam olur, insanlarla filan tanışırım diye gidiyorum bunlara oturuveriyorum. Bir kere hatta Türklere denk geldim, öğrencilermiş, tanışmış olduk. Genelde Almanlar denk geliyor, ne afiyet olsun demesini bilirler ne iki kelime ederler. Tek bildikleri "çüzz". Tanısalar da tanımasalar da ayrılırken "çüzz". Genelde mal mal yemek yiyoruz öyle tek kelime etmeden.

Geçen gün İspanya dönüşü kendime yemekhanede yer arıyorum, bir çocuk gördüm yalnız başına, gittim oturuverdim. Şimdi olay burdan itibaren başlıyor. Zira anlatıp anlatmama konusunda düşündüm, Emin'e de söyleyip günah çıkarttıktan, haklı olarak bir araba dolusu da azar işittikten sonra yaziyim bari dedim.

Oturur oturmaz çocuk dedi, ben de yanıma kimse oturmıycak mı diye bakınıyodum diye. Ağzı doluydu, bi bok anlamadım, sanırım böyle dedi. He iyi dedim. Sordu nerelisin diye. Türkiye dedim. Ben sordum. Komşuyuz, tahmin et dedi. İlk aklıma İran geldi. Çünkü önceki gün Barcelona - Berlin uçağında yanıma çocuklu genç bir kadın oturmuştu. Dedim herhalde Türk, ama İranlı çıktı. İlk kez İranlı biriyle tanışıyordum, komşuyuz ya bayağı bir sohbet ettik. Ama küçük kızın kulağı patlayana kadar ağrıdığı için zırlamasından asıl merak ettiklerimi bir türlü soramadım. Tahminim doğru çıktı nitekim. Şimdi İran hakkında merak ettiklerimi yemek sırasında çocuğa soriyim bari dedim, ama çok alakasız kaçacaktı. Bir de konuşurken ağzından lokmalar tabağıma fışkıracak diye korkuyorum. Az biraz sohbet ettik, ben dedim İspanyadaydım, erkek arkadaşımla (vurgu yaptım hehe) gezdim filan. Zaten o da acelem var, yarın kahve içelim dedi. Telefonumu istedi. Ben de vermekte bir sakınca görmedim.

Neyse ertesi gün aradı. Ben kütüphanedeydim. Kafetaryada kahve için buluştuk. Ben yine normal konulardan konuştuktan sonra merak ettiklerimi sormaya başladım. İşte İran da gizli partiler yapılıyor mu birinci soru. Yaa tabi yapılıyor, çok güzel parti yapıyoruz, içiyoruz, dans ediyoruz filan. Ama öyle bir anlatıyor ki İran sanırsın İbiza. İşte İran şöyle güzel, insanlar çok sıcak, dağlar kuşlar böcekler enfes bir doğa. Bir de böyle bana sen Türkiye de basortu takmıyorsun di mi, iyi iyi filan diyip gözümü boyamaya çalışıyor. Yok işte bizim hükümet çok kötü filan diye sallıyor. Niye devrim yapmıyonuz diyorum, ağzında bi şeyler geveliyor. Amerika İran a girecek mi diye soruyorum, yok Amerika bizden korkuyor, sana söylememem lazım ama atom bombalarımızdan korkuyor filan diye sallıyor. Nükleer silahlardan konuyu açtım ama şu "nükleer" kelimesini "nikleyır", "nükleyar", "naykleyır", "nükleaar" olmak üzere 15 farklı teleffuzda, artık Tanzanyalının bile rahatlıkla anlayabileceği şekilde söylememe rağmen, bu salak mühendis adayı anlamadı, neden bahsettiğini anlamıyorum diye kıvırdı.

İşte bunlar ailece vinç işi yapıyorlarmış. He dedim benim erkek arkadaşım da aynı işten yapıyor diye yine araya soktum, fırsat bu fırsat diye. Bir de bu lanet olası Almanca da erkek arkadaş için "Mein Freund" kullanılıyor. Normal bir erkek arkadaşından bahsederken "Ein Freund von mir" diyorsun, erkek arkadaşından bahsederken "mein freund" diyorsun. Yani öyle İngilizcedeki "boyfriend", türkçedeki "sevgili", ispanyolcadaki "novio"ya benzemiyor bu "mein freund". Bilmeyen anlamaz. Bu salak da aradaki farkı bilmiyordur kesin diye düşünüyorum bir yandan. Bir de salağın parmağında yüzük var, soramıyorum evli misin filan diye, kesin yanlış anlıycak. Neyse içime Orta Doğu maçoluğundan da fenalık geldi, çok uzatmadan, hadi arkadaşlara sözüm var diye kaçtım.

Ertesi gün! Yine kütüphanede ders çalışıyorum. Bu salak nerdesin, napıyorsun diye mesaj attı. Aman dedim nerde olduğumu söylemiyim, gelir melir, sadece "ders çalışıyorum" diye yazdım. Sonra ikinci mesaj, seni bu akşam çin restoranına ya da bende iran yemeğine davet ediyorum diye yazdı. Şimdi bu aşamadan sonra salla di mi, yok işim var filan de, cevap yazma di mi? Yok illa laf koyucam ya, çok hızlısınız galiba siz İranda, İranda böyle bayanları eve mi davet ediyorsunuz. Benim erkek arkadaşım var, farkındasın di mi diye yazdım. Cevap: ne demek istiyorsun "azizam ebro". (azizam yaaa, ismimi de yanlış yazıyor beyinsiz). Sadece seni davet etmek istedim. "Ebrom" inan bana kalbim bir deniz kadar büyük. Söyle napıyoruz bu akşam. Siktir dedim, sıçtık! Küstahlığına, rahatlığına elim ayağım sinirden titremeye başladı. Mesaj yazıyorum ama parmaklarım böyle büyüyorlar, tuşlara sığmıyorlar, ne yazsam yazdığım gidiyor kendini taslaklara atıyor. Bir türlü yazamıyorum. Arkasından telefon. Meşgule aldım. Tekrar telefon. Tekrar meşgule aldım. Tekrar mesaj: Neden açmıyorsun, nerdesin?? Artık ağlamaya başlıycam sinirden. Gözümün önüne, Hürriyet'in üçüncü sayfasında "İranlı, aşkına karşılık vermeyen Türk kızını öldürdü" başlığı altında, Türk milleti "oh iyi olmuş" desin diye özellikle konulmuş, burdaki "ein freund von mir"lerle içkili eğlenirken fotoğrafım geldi (burda da bir medya eleştirisi yaptım hehehe :PP).

Bir yandan burada olduğumu tahmin ederse napcam diye plan yapıyorum. Kütüphanenin sadece akşam saatlerinde kullanılan arka kapısından çıkarken beni yakalarsa naparım. Etrafta in cin top oynuyor, yan taraf inşaat, öbür yan panoroma tower ama genelde öyle deli gibi işlek bir yer değil. Yok acaba takip ederse eve kadar ne bok yiycem diye düşünüyorum. Diyorum bir önceki apartmandan girerim içeri, arka kapısından çıkarım, hemen bizim apartmanın arka kapısına koşarım. Apartman aralarında boşluk olmadığı için beni yakalayamaz. 7 kat merdiveni koşarak çıkar, kendimi de odaya kitlerim. Monja gelene kadar yiyecek stogu da yapsam, hiç dışarı çıkmam diye bir güzel acil durum planları yapıverdim.

Artık böyle sinirden napcamı şaşırdım, "ne kadar çok soru soruyorsun, seni ilgilendirmez nerede olduğum, gerçekten sinirlenmeye başlıyorum, daha fazla konuşmak istemiyorum" diye mesaj attım. Tekrar mesaj atmadı. Telefonum sessizdeydi, birkaç saat sonra baktım 5 cevapsız, birkaçı gizli ve tanımadığım numaralar. Sonra akşamın ilerleyen saatlerinde tekrar birkaç gizli numara.

Ve gerçekten korku içinde bir akşam geçirdim. Apartmandan tıkırtı gelse ışıkları filan kapıyorum, müziğin sesini kısıyorum. Kesin buldu beni diyorum. Çünkü salaktır bu Almanlar, gitse öğrenci işlerine verirler merirler adresimi diye korkuyorum. Kesin 15 koca karı ablası, anası, sülalesi, dayıları lölölö allahu ekber diyip alıp kaçıracaklar beni çuvalla. Kapatıcaklar, zorla namaz kıldıracaklar, haremin bir parçası olcam diye ödüm bokuma karışıyor. Sonra bir "Kızım olmadan asla" macerası yaşayarak 15 yıl sonra kendimi türkiye sınırında eşek arabasının arkasında kaçarken bulucam diye için için ağlıyorum. (Evet o ne anlatırsa anlatsın, doğru da söylese İran çok güzel diye, ki güzeldir inanırım, kafamdaki İran imajı "Kızım olmadan asla" kitabından ve filminden ibaret! Öyle de olmaya devam edecek)

Ertesi gün tekrar bir gizli numara aradı, açtım bu kez, bu salak hiçbir şey olmamış gibi hallo diyor. Dedim bir daha beni arama. Yok işte ben arkadaşça yaklaştım, bizim kültürde eve davet etmek gayet normal, çok yanlış anladın beni. Ulan bizim kültürde normal değil, evlenmeden davet edilsek hala anamıza babamıza yalan söylüyoruz kız arkadaşa gidiyorum diye, İran da mı normal! Neyse dedim bir daha arama, konuşmak istemiyorum dedim kapattım. Ardından mesaj: Çok eski moda ve muhafazarsın. Allahım gülsem mi ağlasam mı ya. Bana muhafazakar dedi Allahın İranlı salağı ya! Bana! Allahım dedim bir devrim yapamayacak kadar basiretsiz şu millete artık Amerikayı mı gönderirsin kimi gönderirsin diye arkasından bir sürü beddua ettim. O kadar yani! (İran kedilerine bi şey olmasın ama. bi de çocuklara. bi de işte masum kim varsa. ay bilemedim.)

Evet ben de kaşındım, kabul ediyorum. :(( Zaten bundan sonra yemekhanede sadece ve sadece Almanların olduğu en köşe masa olmak üzere bulup oturacağım. Öyle masanın altına doğru küçülerek minnacık olarak yemeğimi yiyip hiç çıtımı çıkarmıycam, "çüzz" bile demiycem kimselere. yemin billah!

Şimdi siz tüm bu olan bitenlere gülebilirsiniz ama ben korkudan altıma sıçıyordum. Başıma da bir bok gelirse, (ismi telefon kayıtlarından bulunur, burda deşifre etmiyim), bu geri'nin koordinatlarını veriyorum: Leipzig ve Göttingen. Hatırlaması çok zor değil benzerlikten dolayı :PP

Barcelona

Sagrada Familia

Barcelona... Hayallerimdeki şehir. Başkaları gittiği zaman için için kıskandığım, çok uzun yıllardan beri gitmeye can attığım, Vicky Christina Barcelona yı izledikten sonra artık vakti geldi dediğim, Pedro Almodovar ile tanışmayı hayal ettiğim güzel şehir...

-Duyduğuma göre- Woody Allen a verilen sipariş filmden sonra, Barcelona ya talep arttı mı bilmiyorum ama bu şehri her yıl kaç milyon insanın ziyaret ettiğini merak ediyorum. Bu ziyaret sırasında en çok kafamda canlanan soru ise niye bu fikri bizim daha önce düşünememiş olmamız ve içinde İstanbul geçen bir filmi dünya pazarına sunamamış olmamızdır. Büyük kayıp!

Barcelona güzel olmasına güzel de, bence burada Gaudi'nin eserlerinden başka bir şey yok. Siz de diyeceksiniz kaç yazıdır İspanya da hiçbir şey yok diye yazıyorsun ama gerçekten öyle. Şehir inanılmaz düzenli, sokaklar cetvelle çizilmiş gibi. La Rambla adındaki cadde ve arka sokakları bizim Beyoğlu'na çok benziyor. Gaudi eserleri Parc Güell, Sagrada Familia ve mimarın şehrin zengin aileleri için inşa ettiği evler Casa Battlo, Casa Mila ve diğer "casa"lar. İşte bu kadar Barcelona. Liman var deniz var, eminim yazın oralar daha güzeldir. Biz oraları gezme fırsatı bulamadık.

Parc Güell
Casa Battlo

Ben bu şehri en çok sevgilimle yaşamak istedim. Emin e bu teklifi yaptığımda hemen kabul etti, onun Paris aktarmalı gidiş dönüş biletini 5 dakika içinde aldık ve Emin üç aylık bir ayrılıktan sonra yanımdaydı. Otelde buluşacaktık ama beni metro istasyonunda karşıladı. Üç gün boyunca özlem giderdik. Üç gün boyunca şehri gezdik. Emin daha önce gelmiş buraya ama Gaudi nin eserlerini görmemiş. O yüzden bol bol Gaudi yaptık.

Anlam veremediğimiz şeylerden biri Sagrada Familia kilisesine niye para vererek giriyor olduğumuzdur. Dedik bizce Sultanahmet Camiine de para verilerek girilmeli. Zaten dışı daha güzel, içi inşaat halinde, görmeseniz de olur.

Ne yediniz ne içtiniz diye soracak olursanız... Ben İspanyada paella kısmını Eminle gezimize bırakmıştım. Zaten bu yemeyi niye bu kadar merak ettiğimi de anlamadım. Şu böcek türlerinin hiçbiri bana lezzetli gelmiyor, minik karides dışında. Sualtında görmesi güzel, o ayrı. Tapas dedikleri mezeler Barcelona da çok daha çeşitli. Ama biz yemedik. Küçük baget ekmek dilimlerinin üzerine peynir, salam, karides vs. koymuşlar, olmuş sana tapas. Ne bileyim deniz ürünleri salatası tapas, patates kroket tapas, kalamar kızartma tapas, her şey bir tapas. Ya dedik siz bir gelin de bir haydari, bir fava, bir ezme, bir patlıcan soslu yedirelim size görün o zaman tapas neymiş. İşin anlamadığım bir kısmı da bu işte. Bu adamlar tüm dünyaya pazarladılar bu tapas dedikleri atıştırmalıkları. Bizim mutfağımızda envai çeşit var hala bir New York olsun, bir Londra olsun meze bar açamadık hiçbir yerde. Adamların tapas barları İstanbul dahil aldı başını gidiyor.

Emin için bu gezinin tadından yenmez kısmı ise verdiği anten siparişi oldu. Beni görmenin mutluluğuna bu anten de eklenince artık siz tahmin edin kalbinin nasıl çarptığını. Şimdi siz ne anteni diyeceksiniz, anlatıyim. Şimdi bunlar dünya üzerinde soyu tükenmekte olan bir grubun son temsilcileri: radyo amatörleri. Zannetmeyin ki, radyocular, dj lik filan yaparlar. Yok, bu öyle bir şey değil. Ne işe yaradığını hala kavrayamadığım, müzik çalmayan, tv izlenmeyen, telefon açılamayan bir sürü elektronik aletle dünyanın dört bir yanından amatörle konuşuyorlar. İşte bu antenler de o konuşmaya yarıyor. Ama ne konuşma! Mors alfabesiyle 2 cümleyi bir saatte kuruyorlar filan, kendi çaplarında eğleniyorlar. Neyse çok güzel bir hobi. Zaten engel olmaya çalışmayın siz kaybedersiniz. "He he aferin" derseniz her konuda bir sıfır öndesiniz ;) (radyo amatörü sevgilisi olacak olan bayanlara ipucu)

O yüzden Emin bana söylediğinde San Juan Despi ye gitcez, bir anten var satın alıcaz dediğinde, peki dedim itiraz etmedim. Barcelona da bir yarım günümüzün bir anten için harcanması pahasına. Siz tabi bize deli gözüyle bakabilirsiniz ama Emin o kadar mutlu ki, sevinçten kalbi pır pır ediyor hissediyorum. Zaten ne desem kabul ediyor. Yeter ki ben anteni almaya onunla birlikte gideyim.
Neyse biz sabahın erken saatinde çıktık yola. Bindik trene tuttuk San Juan Despi nin yolunu. Şehrin merkezinden uzakta ama trenle de 20 dakika filan. Çok uzak değil. Emin dedim bu anten kaç metre, ne kadar ağır, yani taşıyabilecek miyiz trende metroda filan diye düşünüyorum. Emin dedi he kısa 1.4 metre kadar ağır değil, taşırız dedi. Sora sora biz bulduk San Juan Despi de antenciyi. Ve... 2.5 metre boyunda 20 kilo ağırlığında nurtopu gibi bir antenimiz oldu.

Üç gün nasıl geçti anlamadık. Uçaklarımızın saati neredeyse aynı. O easyjet ile Parise uçuyor, ben Berline. Gittik havalimanına, neyse ki uçağa giriş kapıları yanyana çıktı. Son dakikaya kadar beraberdik. Emin benden önce girdi uçağa. Körükten girene kadar sarıldım öptüm. Körükten kaybolunca boğazım düğümlendi, içim bir cız etti, yok dedim ağlama sakın. O sırada telefonum mesajınız var diye bağırmaya başladı, baktım Turkcell: İspanyaya hoşgeldiniz!

Granada

Alhambra

Guzel bir yolculuktu. Uyudum, disariyi seyrettim. Ilk gez sehir disinda Ispanya topraklarini goruyorum. Her yer ama her yer zeytin agaci. Baska hicbir sey yok. Acikcasi bana biraz renksiz ve corak geldi. Akdeniz iste, ne bekliyodum ki?

Oglen 2 de Granada da tren istasyonundan indim. Ben burayi koy filan zannediyordum, megersi bildigimiz sehirmis. Istasyonda turist information yoktu, ordaki gorevli bir kiza sordum. Otele nasil gidecegimi tarif etti. Neyse ki bulmam cok zor olmadi. Cunku Granada sokaklari gercekten cok karisik. Bulmus olmam mucize gibi. Zaten otele esyalarimi biraktiktan sonra bir dolasiyim, ertesi sabah erkenden Alhambraya biletim oldugu icin su Alhambra nin yerini iyice belleyeyim dedim, kendimi sehrin oteki yakasinda buldum. Yanlis yola sapmisim ve kayboldum. Ki navigasyonum cok kuvvetlidir ama burda sagim solum neresi sasirdim. Alhambranin girisini bulmam tam 1.5 saat surdu, halbuki otelin arkasindaki yoldan pit diye cikiliyormus, yokus oldugu icin 2o dakkada gidilirmis. Alhambraya minibus oldugunu da bu kesif sirasinda ogrenmis oldum.

Ahambraya biletim sabah 8 de. Alhambranın içindeki ayrı bir bölüm olan Palacios Nazarines e girisim ise 9 da. Bileti satın alırken bu bölüme kaçta girmek istediğinizi söylüyorsunuz ve sadece o saatte giriş yapabiliyorsunuz, oncesinde ya da sonrasında değil. Bu yuzden sabah 7 ye uyandırma yazdırdım. 7.30 da çıksam yarım saatte yukarı yururum diye planladım. 8 de de kapılar açılıyor zaten.

Sabah otelden ciktim, yürümeye başladım ki minibüs geçiyordu. Hemen atladım ve saat 7.35 gibi 5 dakkada yukarıdaydım. Hava daha karanlık. İki Koreli turist, birkaç temizlik görevlisi ve kediler dışında ortada kimseler yok. İn cin top oynuyor. Bu Koreli turistler dediler bana önce biz geldik, bak çantalarımızı koyduk. Koymuşlar bavullarını girişe, bekliyorlar. İyi dedim siz geldiniz iyi ettiniz. Sordular bana biletin var mı senin diye, evet var dedim. Vavv çok şanslısın dediler. Sonra biraz sohbet etmeye başladık. Granada dan sonra Cordoba, sonra Marakeş, sonra Mısır, en son da İstanbul yapacaklarmış. Ve bu turu bir haftadan az bir sürede bitirecekler. İyice kafayı yemişler yani. Zaten biri çıkardı bana ne gösterdi dersiniz, Akbil! Bununla dedi İstanbulda seyahat edicem. Aferin dedim, değil İstanbul Mısır da bile seyahat edersin sen onlan dedim içimden.

Yarım saatten fazla bekledik. Normalde 8 de kapılar açılıyor. Ama gişeler değil. Çünkü İspanyollar bir rahat böyle, yayıla yayıla çalışıyorlar. Zaten 8 de buranın açılması mucize gibi bir şey bence. Ben bileti kredi kartıyla internetten aldığım için makinelerden bileti çıkaracakmışım, gişeyle işim yokmuş. İyi dedim, gittim makinelerin olduğu yere, kapalı. Döndüm kapalı burası dedim, iyi gişeden al dediler. Aldım gişeden, girecem artık içeri, bileti okumadı makine. Ben artık sabah erken kalkmış olmanın, ispanyolların rahatlıklarının ve Palacios Nazarines e vaktinde girememe ihtimalinin verdiği stresle hafiften söylenmeye başladım. Görevliler de "Tranquila guapa tranquila" (sakin ol güzelim) diye beni sakinleştiriyorlar akıllarınca. Söyleniyorum İspanyolca ama anlamsız filan konuşuyorum, tıkanıyorum. Neyse dedim kime ne anlatıyorum.

Elime bir harita verdiler. Alhambranın haritası. Ama hiçbir şey anlaşılmıyor. Küçücük ve karmakarışık. Neyin ne olduğu, nerde olduğu belli değil. Yollar net değil. Gidiyorum ama emin değilim. Bir kadına rastladım, yanlış yola girmişsin dedi. Haydaaa geri döndüm, buldum sonunda Palacios Nazarines yolunu. Yola tabela koymuşlar ama göremeyesiniz diye ters yöne koymuşlar. Yürümeye başladım, bir tabela; Palacios Nazarines e yürümek 20 dakika. İspanyol yürüyüşüyle sanırım, çünkü ben 5 dakikada vardım. Orda görevli kızlar var, nerden giriliyor diye sordum, söyledi bi şeyler anlamadım. Yarım saat vaktim var, bekliyim dedim. Yarım saat sonra tekrar aynı kıza sordum nerden giriliyor diye. Ee söyledim ya ne diye tekrar soruyorsun filan gibi bir şeyler söyledi. Bu sefer yine söylenmeye başladım, yine "Tranquila guapa tranquila". Onlar bana sakin ol dedikçe, bende şalter bir çıt atıyor.

Neyse sonunda vakitli girdim ve Alhambra da 5.5 saat dolaştım. Gerçekten de gez gez bitmiyor. Çok güzel her yeri. Öyle uzun uzun anlatmıycam. Fotoğraflara bakın. Tarihini de merak ediyorsanız bir wikipedi yapın artık.





Granada da toplamda 2.5 gün kaldım. Ama Granadaya 2.5 gün çok fazla. Hatta bence 1 gün bile fazla. Alhambra dışında bence hiçbir şey yok bu şehirde. Burayı görmek için, Koreli turistler gibi sabah erkenden gelip öğleden sonra ayrılabilirsiniz bile. Albayzin bölgesi var, burası güzel, otantik. Evler Bodrum evlerini andırıyor. Dörtgen şeklinde, ortalarında avlu var, bu evlere Carmen diyorlarmış. Hemen yukarısında Sacramento var, buralardaki mağaralarda da çingeneler yaşıyormuş, çaktırmadan dinlediğim turist rehberinin anlattıklarına göre. Alhambra dışında buraları gezebilirsiniz. Ama gece gitmeyin çok tekin değilmiş.


Albayzin

Bence Granada yazın hiç çekilmez. Kışın bile öğlen tüm kepenkler kapanıyor, herkes siestaya çekiliyor. Daha ben Granada da açık yer görmedim doğru düzgün. Size de bir rehavet çöküyor bu şehirde. Gidip de bir uyuyasınız geliyor.

Bana 2.5 gün hiç geçmedi zaten. Tren istasyonuna 4 saat önceden gidip trenimi beklemeye başladım. Yolculuk Barcelonaya. Sevgilime :)))

Madrid...



Yine bir gece yolculugundan sonra trenden indim. Tren hic kalabalik degildi. Bu kez koltuklu vagondayim. Bardan dondukten sonra uyuyayim dedim, iki yasli dede ingilizce surekli konusuyorlar, ustelik benim yanimdaki koltukta oturuyorlar. Artik boyle sosyalizm filan agir konulara girdiler, sadece onlarin sesi duyuluyor vagonda, ya dedim biraz sessiz konusur musunuz, kulak tikacimla bile duyuyorum sizi. Pardon filan dediler ama devam ettiler. Yine dayanamadim, lutfen ya gidin barda konusun ya da konusmayin, gece treni bu diye cikistim. Artik sustular, hatta biri ortadan kayboldu, bir daha gormedim. Yine de cok rahat uyuyamadim. Cunku tren hem Portekiz hem de Ispanya sinirinda iki kez durdu, Ricardo nun dedigine gore evrak isleri varmis. Ben hareket eden bir arac durdugunda uyuyamiyorum. Bu huy da Emin ile seyahatlerimizden kaldi. O ne zaman uyumak icin arabayi kenara cekse ben uyaniyorum. Neyse sabahi ettim bir sekilde, erken saatte Madrid e vardim.

Yine Madrid... Bavulumu hostele biraktim, sabah erken oldugu icin yatagi vermiyorlar. Sonra disari ciktim, Aygul ile bulustuk Sol de. O da benim gibi Ispanya seyahati yapiyor. Dedik Palacio Real e gidelim. Sanirim burasi kraliyet sarayi. Gittigim yerlere gidiyorum ama ne onceden bir arastirma ne okuma ne elimde rehber hic bi sey yok, oyle gidiyorum. Boyle daha hosuma gidiyor. Neyse merak ediyorsaniz bir wikipedia yapin artik. Bir gittik anaammm sarayin onunde bir kuyruk var ki sormayin. Kuyrugun sonunu zor bulduk. Madrid te kalacagimiz iki gun Ispanyada tatil. Dolayisiyla her yer kalabalik. Uzun kuyrugun sebebi bu. Ya biz resmi tatilde hadi bir Topkapi yapalim diyor muyuz?? Ispanyollarin isi gucu yok iste, kimbilir kac sefer gordukleri Kraliyet Sarayini tekrar goruyorlar. Ve onlarin sayesinde kuyrukta tam 3 saat bekliyoruz. Iceri girdigimizde sarayin kapanmasina 1.5 saat vardi. Kostura kostura gezdim resmen. Onemli yerleri gorduk, saray odalarini gorduk. Fotograf cekmek yasak ama biz yine de cekiyoruz :PP Yakalanmadik ama yakalanirsak da aaa yasak miydi hay allah diyip salak turist ayagina yaticaz.

Palacio Real den sonra karnimiz cok acikti ve tekrar Sol e ciktik. Sol ana baba gunu. Yani Beyoglu nu bile bu kadar kalabalik gormedim hayatimda. Adim atilacak yer yok. Millet coluk cocuk gencler yaslilar herkes aksam gezmesinde. Yiyecek bir sey de bulamadik kendimizi Mc Donalds a attik.

Evet Mc Donalds! Ispanyaya gittin de bir ispanyol yemegi yiyemeden dondun mu salak misin diyebilirsiniz. Ama soylemislerdi de inanmamistim bu Ispanyol mutfaginda hicbir sey yok. Cesit cesit salamlar var, sandvic ekmeklerinin icinde onu yiyorlar, sanirim bulgur ve deniz urunleriyle yapilan paella lari var, tortilla de patato (yumurtali patates) bu kadar iste. Ispanyol arkadaslardan biri kalamar sandvic ye demisti, herhalde dedim ozel bir sey bu. Bildigimiz kizarmis kalamari ekmek icinde veriyorlar. Bir de unlu tapas lar var. Bu da bildigimiz meze. Bizde krali var.

Yemekten sonra kendimi hostele zor attim. Cok yoruldum gercekten. Gece yine cok iyi uyuyamadim. Cok guzel insanlarla tanisiyorsunuz da hostelin en kotu yani odaya surekli insanlar girip cikiyor. Gece gezmesinden gelen kizlar beni gecenin cesitli saatlerinde uyandirdilar boylece.

Ertesi gun kalktim, Madrid teki onemli yerleri dolasacagim. Bayagi bir gezdim. Neredeyse tum Madrid i bir bastan bir basa yurudum. Oyle buyuk bir sehir degil, turistik yerleri bir gunde bitiyor. Ogleden sonra bir baktim Prado muzesindeyim. Ucretsiz giris saatine daha uc saat var, 8 euro verip girsem mi yoksa beklesem mi diye tereddutteyken Aygul Thyseen muzesinden cikti, beklemeden birlikte girmeye karar verdik.

Prado muzesi gez gez bitmiyor. Hele su Isa tasvirleri artik icimi baydi. Thyseen de de bir suru vardi, burada da var. Isa dogdu, Isa oldu, Isa Meryemle bir suru birbirinin ayni tablolar. Sikintidan patliycaktim. Bir daha hayatim boyunca Isa gormek istemiyorum. Iyi ki yasakmis Islamda resim yapmak. Bir de Muhammed tablolari cekemezdim. Sonunu zor getirdim Prado nun. Oyle tablolar onunde fazla oyalanmadan tam 3.5 saatte bitirdik muzeyi. Goya ve Velazquez fena degildi. Bir daha omru billah muze gezmem herhalde. Zaten 19. yuzyilin sonlari. 20. yuzyil tablolari filan yeter bana, oncesini almiyim.




Ertesi gun sabah cok erken kalktim. Saat 7 de. Hem saati kurdum hem de Emin in uyandirma servisinden yararlandim. Saat daha yedi ve Madrid te hava hala karanlik. Cikip tren istasyonuna yuriycem ama korkuyorum. Zaten hostelden bir ciktim, ara sokak burasi, onumde kafasi duman bir cocuk kizin tekini takip ediyor. Adimlarimi yavaslattim iyice beni gormesin diye. Kiz neyse kendini bir apartmana atti ama sictim kesin bana saracak dedim. Son hizla yuruyerek kendimi ana caddeye attim ama hava hala karanlik. 8.30 da anca aydinlandi. Trenim 9 da. Granada ya...

Ben bu sehre asik oldum

Lizbon...


Ben Almanca kurslarinda sinifin yan tarafinda duran Avrupa haritasindan gozumu ayiramiyorum. Ispanya planimi yaparken Madrid te tam 6 gunum var, napcam 6 gun orda diye kara kara dusunuyordum, iste bir Almanca kursunda gozume Madrid in yanibasindaki Lizbon takildi. Gitsem mi gitmesem mi derken Renfe den gidis donus biletlerimi aliverdim, hostel rezervasyonumu yapiverdim.

Cok erken saatte trenden Lizbon istasyonuna indim. Gece fena uyumadim ama yine de cok yorgunum. Sirt cantam o kadar agir geliyor ki. Sabahin korunde kahvalti etmeliyim, nereye gidecegimi napacagimi bilemedim. Cantayla cok fazla yurumeme imkan yok cunku. Tren istasyonunun karsinda bir kafe vardi, guc bela ne istedigimi anlattim, sosisli bir milfoyle bir bitki cayi ictim. Hostele çek in saat 14.00 de. O saate kadar ne yaparim diye kara kara dusundum. Sonunda dedim en iyisi hostele gideyim, en azindan cantami birakip gezebilirim. Hostelin adresini bulamadim haritada. Tren istasyonuna donup Turist Information a isaretlettim. Yuruyerek fazla surmez dedim, yollari sasirmasam cok daha kisa bile surerdi. Sonunda vardim.

Lisbon Lounge Hostel. Buraya rezervasyon yapmak konusunda en ufak bir tereddut yasamadim. Internet sitesi cok etkileyiciydi, ortam da dedim kesin superdir. Bir hostelin boyle olabilecegini hayal edemezsiniz. Genelde yatarsiniz, kahvalti edersiniz, ya da ne bileyim sosyallesme alani varsa insanlarla tanisirsiniz. Yataklar cok ucuz oldugu icin cok beklentiniz de olmaz. Ama burasi gercekten cok guzeldi. Bir kere cok sicak karsilandim, cok erken saatte giris yapmama ragmen dus aldim, havlu verdiler (ki genelde hostellerde ucretlidir), kahvalti ikram ettiler. Resepsiyondaki cocuk saat 1100 de ucretsiz tur olacagini soyledi. Super dedim dus alip ikinci bir kahvalti etmek icin bir bucuk saatim var.

Sonra tur rehberimiz Vanessa geldi. Bayagi kalabaligiz, yirmi kisi kadar. Cogu Amerikali. Birkac Alman, Italyan ve Brezilyali. Vanessa ile tramvaya bindik. Bizim Beyoglundaki nostaljik tramvaylardan. Eski sehrin (Alfama) bu tarafta bu tramvaylar calisiyor. Aslinda gidecegimiz yer cok uzak degil ama sehir hep yokus oldugu icin yurumenize pek imkan yok. Vanessa tramvayla bizi sehri gorebilecegimiz bir tepe noktaya cikardi, daha sonra yine tepe bir noktada bulunan Castelo de Sao Jorge (Sao Jorge kalesi) ne goturdu, son olarak Se Katedralini gorduk. Ogle yemegini, restoranlarin oldugu aksam canli Fado soylenen bolgede kuçuk bir restoranda yedik. Ben, Sangria esliginde "Bacalhav a Braz" (ben buna abraj diyeyim) yedim. Ilk basta kulaga tuhaf geliyor ama bu yemek balik, patates ve yumurta ile yapiliyor. Ve gercekten muhtesemdi, tek kelimeyle harikaydi. Internetten tarifini buldum, yaparim artik ;) Sonra sarap tadimina goturdu Vanessa bizi. Porto sarabi deneyecegiz. Trende ictigimle ayni. Porto/Oporto Portekiz in kuzeyinde bulunan bir sehir, sarap da burada uretiliyor. Bu sarap daha cok yemekten sonra tatli niyetine iciliyor. Daha once de dedigim gibi icimi cok guzel. 5 euroya bir sise alabileceginiz gibi 600 euroya da siseler var.

abraj

Ogleden sonra hostele donduk. Hostelde aksam yemegi de yapiliyor. 8 euroya çorba, yemek, salata, tatli ve sarap aliyorsunuz. Onceden rezervasyon yaptiriyorsunuz. Aksam yemeklerinin en guzel yani diger insanlarla tanisiyorsunuz. Yemekten sonraki program ise barlarin oldugu Barrio Alto. Iki Amerikali arkadas Arpen ve Jen, Italyan Michele, Brezilyali Pedro ve Alman Tania hep birlikte Barrio Alto turu yaptik. Burasi bana Bodrum u ya da ne bileyim Beyoglu nun arka sokaklarini hatirlatti. Millet ellerinde ickileriyle sokakta, barlar iceride durulamayacak kadar kucuk ve dolayisiyla cok sicak. Yer yer kucuk tavernalar ve restoranlar da bu sokaklarda. Biz de Mojito almak icin bir bara girdik. Alman usulune cok alistim tabi eurolari saymaya calisirken Michele napiyorsun sen filan diye kizdi bana, erkekler varken kizlar odemez dedi. Valla Michele bizde de ayni ama uc aydir Almanyada yasiyorum, anla halimi dedim. :)) Mojitolarimizla sokaklarda dolasmaya basladik, dans edilecek bir yer ariyoruz. Canli muzik calinan bir yer bulduk ama burasi da cok sicak ve cok kalabalik. Biz de hemen onunde takildik.

Barrio Alto da yaniniza zenciler yaklasir de bir seyler fisildarlarsa anlayin ki marihuanna satmaya calisiyorlar. Ama temkinliyiz, sabah Vanessa bizi uyarmisti genelde marihuanna yerine cay satarlarmis. Ot yerine minik bir torba bitki cayina 30 euro vermeyin yani. ;))

Sonra gece bitmedi tabi dedik Lux diye cok unlu bir kulup var oraya gidelim. Burasi boyle kapisinda kuyruk olan, istemezlerse sizi sokmayabilecekleri bir yer. Hayatimda dogru duzgun Reina Layla Sofia gormemis biri olarak, hadi dedim bir seferlik gideyim, gruba da uyuyim killik yapmiyim. Giris 12 euro, birer euroluk 12 tane bilet veriyorlar. Tabi ickiler cok pahali oldugu icin ancak bir tane alabiliyorsunuz. Tabi bu arada ben ictigim mojitolarin sayisini unuttum, burda da mojito istedim. Barmenler, muhtemelen hepsi gay, ve cok yakisiklilar. Muzik kulup muzigi ve bence hic iyi calmiyorlardi. Her tipten insan var iceride, playboy tipler de, bizim gibi meraklilar da. Ortam bir acayip, neon isiklar, dev boyutta uyku kanepeleri vs. Neyse ben burdan hic hoslanmadim, zaten aradan cok zaman gecmeden bizim gruptaki bir arkadasi korumaya calisirken az kalsin bodyguarlar tarafindan disariya atiliyorduk, basta ben! Bir de ustune barmen cocuktan azar isittim. Boyle bir muameleyi Istanbulda gormus olsaydim herhalde herkesi haslamistim. Cok kalmadik neyse ki, ama yolunuz Lizbona duserse gitmeyin, paranizla da rezil olmayin derim.

Ikinci gun Michaele ve Tania ile Belem e gittik. Belém Kulesine ciktik ve Padrão dos Descobrimentos (Keşifler Anıtı) orda fotograf cektik. Ama hava cok bulutlu, sahil kenari oldugu icin ruzgarli ve yer yer yagmus atistiriyor. Kuleye ogrencilere giris ucretsiz. Ama merdivenler cok dar, koordinasyon da olmadigi icin yukaridan inenler, asagidan cikanlar trafik cok sikisiyor. Biz gittigimizde bile kalabalikti, turistik zamanlarda nasildir kimbilir. Yorulduk ama Belem de modern sanatlar muzesi var, orayi gezelim dedik. Giris ucretsiz ama ben bu modern sanat denen seyden anlamiyorum sanirim, vakit kaybi. Sadece unlu fado divasi Amelia Rodriguez in sergisi vardi ve cok iyiydi, keske kendisini daha once dinlemis olsaydim dedim.


Belem Kulesi



Kesifler Aniti


Biz Michele ile yorulduk ve Tania yi muzede birakip hostele donmeye karar verdik. Karnimiz acikti, otobus duraginin tam karsisinda bir pastane vardi. Lizbon un unlu tatlisi Pastel de Nata dan alayim dedim ama o kadar kalabalik ki. Michele ile kuyrugu gorunce vazgectik.

Aksam hostelde Ispanyol kizlarla tanistim. Hostelin en guzel tarafi bu iste. Yeni insanlarla, sizin gibi gezginlerle tanisiyorsunuz, otelde boyle bir seye imkan yok. Kizlar yarin akvaryuma gideceklerini soylediler, iyi dedim ben de geleyim. Ya bu arada kizlarla sohbet ederken cok komik bir sey oldu. Birinin kedisinin ismi Ebruymus, Turkiye gezisi sirasinda bu ismi cok begenmis. Karsilikli dumur olduk tabi.

Ertesi gun akvaryuma gittik. Burasi o kadar guzel ki bayildim. Dalista gormedigim bir suru balik gordum. Gunlerden Pazar oldugu icin cok kalabalikti tabi, coluk cocuk herkes burdaydi. Ama yine de degdi. Hayatim boyunca boyle baliklari goremem.

Hostele donduk. Gitme vaktim yaklasti. Stres oldum tabi, aksam yemegine kalmadan tren istasyonuna bir bucuk saat onceden vardim. Bu tuhaf huyu da Emin bulastirdi. Kendisi her yere iki uc saat onceden gittigi icin ben de artik gidiyorum. Halbuki otur ye yemegini, atla metroya git dimi 5 dakkada. Zaten tren menusunu de fena sallamisim, cok pahaliymis.

Tekrak gorusmek uzere Lizbon diye uzulerek ayrildim. Daha her yerini bile gezemedim. Buraya kesilikle bir haftaligina gelmelisiniz. Ve yine Lounge da kalirim herhalde. Otel de dahil olmak uzere hayatimda hic bu kadar keyifli bir konaklama yapmadim.

Bu kez koltuklu vagondayim ama idare ederim, rahat cunku. Trende de neredeyse kimse yok, her yer bos. Yine bir Porto icmek icin Ricardoya ugradim. Biraz sohbet ettik, Ricardo dan Portekizlilerin ickisi Caipirinha ve Caipiroshka nin tarifini aldim. Ya bi de dedim su abraj nasil yapiliyor, buldum tarifini de sen daha iyi bilirsin dedim. Anlatti. Hazir Ricardo yu yakalamisken, peki Ricardo dedim su Pastel de Nata nin tarifini de versene gozunu seveyim dedim. Ricardo dedi ki o bir sirdir. Hahah Lizbon da tum pastanelerde bu tatlidan var Ricardo, iki kisinin bildigi sir degildir diye guldum :P Hayir dedi, onlar gercegini yapmiyorlar. Peki gercegi nerde diye sordum. Belem´de dedi. O sirada ahhhh oldum. Bir onceki gun Michele ile onunde cok kuyruk var diye girmedigimiz pastene!!! Lanet olsun!! Gercegini yiyemeden ayriliyorum Lizbondan. Ricardo dedim bana bir Porto daha!




Bol bol yedim, gerceginden degil tabi :(

Yolculuk basliyor...

Yolculugum ilk Berlinden basliyor. Ucagim sabah saat 8 de oldugu icin bir gece onceden Berlin havalimanina gittim. Çunku sabah 6 da orda olmam gerekse, en az 5te Berline varmam gerekir ve o saatte Leipzig den Berline tren yok. Biraz sacma tren saatleri. Neyse dedim git onceden havalimaninda kalirsin. Ama bu konuda tereddutteyim cunku Avrupada her havalimaninda oyle gecelemenize izin vermeyebiliyorlar. Bir de kime soylediysem havalimaninda geceleyecegimi herkes bir yuzunu burusturuyor eksitiyor filan. Ya diyorum nesi var havalimanlari sehrin en guvenli yerleridir hatta. Tamam rahatsiz oldugunu kabul ediyorum ama baska da bir alternatif yok. Her ihtimale karsi limana yakin otel vslerin telefonunu adresini aldim koyuldum yola.

Iyi ki de erkenden gitmisim. cunku aksam 23oo te Berlin Hauptbahnhofa indim, Schonefeld e gitmek buldusu, indisi, bindisi bir buçuk saat surdu. Bir de daha once sordum havalimanina nasil gidecegimi. Monja nin bir arkadasi var Hauptbahnhoftan Ostbahnhofa gideceksin ordan S9 a bineceksin diye yazdi bana. Iyi dedim, hauptbahnhofta bir de Turk kebapci gordum onlara da sordum. Ama adamin Turkcesini anlamak Almancayi anlamaktan daha zor. O da dedi Ostbahnhofa gideceksin ordan S9a bineceksin. S bahn bileti alirken Alman bir kiz yardim etti, o da ayni seyi dedi. S Bahn haritasina bakiyorum, havalimanina giden S9 Ostbahnhofla kesismiyor, Ostkreuz da inmem gerekiyor. Kiza tekrar sordum Ostkreuz da mi incem yoksa diye, yok dedi Ostbahnhofta ineceksin. Simdi niye uzun uzadiya anlatiyorum bu salak olayi. Cunku ucu de yanildi, Ostbahnhofta indim, gorevliye sordum ve haritadan okudugum gibi Ostkreuza gitmemi soyledi. Neyse ki iki durak otedeydi.

Berlin havalimani nasil kuçuk nasil kuçuk. Ya bizdeki havalimanlari var ya sadece Istanbul degil Turkiyedeki diger havalimanlari da Avrupadaki bircok havalimanina bes basar. Beceriyor bizimkiler bazi isleri! Sonra bir kafe gordum, cok rahat koltuklari var, millet yayilmis. Iki ucak vardi Istanbula havalanan o saatte, etraf Turk doluydu. Neyse gittiler de koltuklar bana kaldi. Sonra karsima iki 75lik Alman teyze geldi. Bunlarin ucagi da sabahmis, Antalyaya gidiyorlarmis, birlikte bekliycez artik. Sonra merak ettim Antalya da napacaklarini bana acentenin verdigi kagidi gosterdiler. Anam o ne dedim. Bizim Turkiye haritasinin guney ve bati kismi bir kuculmus bir kuculmus sanirsin Antalya Izmir arasi bir saat. Ilk gun Antalya dan Aksu ya ordan tarihi bir yere gidiyorlarmis, ikinci gun Kusadasina gidiliyormus, yolda Afrodisias mi ne orasi gorulecekmis. Kusadasindan sonra Efes ve Denizli yi gorup Antalyaya geri donecekler. Tur boyunca her gece bir yerde kalicaklar. Teyze bana sordu Antalya Kusadasi kas saat. Dedim 10 saat!! Kadini kalpten goturecektim ya. Gozleri faltasi gibi acildi, ben yasliyim nasil giderim filan dedi. Bunlar bir telaslandi. Bana surekli soru soruyorlar iste otobusler rahat midir vs. diye. Demiyorum tabi artik ne kadar verdilerse 8 gunluk tura, 100 euro mu 200 euro mu ne bekliyorsunuz ki demedim. Cok eglenceli yaparsiniz filan diye gazladim bunlari. Sabah da Emin uyandirmak icin aradi, ona sordum Antalya Kusadasini, dedi 5 saat! Ya nasil salladiysam artik. Ama bu aradaki tarihi sehri de gezecekler filan indisi bindisi edecek bence 10 saat. Neyse cok rahatsiz uyuduk koltuklarda hep birlikte. Sabah da ucakta bir uyumusum bir uyumusum, gozumu Madrid te actim. Easyjet ile uctum bu arada, fena degildi. Sadece calisanlar grevde olduklari icin 30 dakika filan gec kalkti.

Madride indim, tourist infirmation i buldum, metro haritasi, harita ne verdilerse aldim. Metroya binip sehre indim. Aksam 22 de Lizbona trenim var. Vaktimi muzede gecirmeyi planliyorum. Madrid te uc onemli muze var. Baktim bana verdikleri brosurde iki muze haftanin belirli saatleri ucretsiz. Ikisini donuste ucretsiz saatlerde gezerim, en iyisi Tyhssen Bornemisza ya gideyim. Metrodan Sol de indim, tam metrodan cikarken bir baktim aa Sisli ye gelmisim. Yani o kadar benziyor ki mimarisi, tarifigi, kalabaligi, dukkanlari. Hava cok guzel, muzeye gitmeden etrafi bir gezeyim dedim. Gezerken bir baktim Nisantasi. Sokaklar o kadar cok bizdekilere benziyor ki. Beyoglunda yururken hani yillarin eskitemedigi tuhafiyeciler, pastaneler dunyaca unlu markalarin arasinda kalmistir ya, hatta nasil bunca yildir ayakta duruyor diye sasirirsiniz, iste burda da o dukkanlar her yerde, Zara, Berska ve alisveris merkezi El Corte Ingles gibi devlerin arasinda. Sokaklarda bizdeki gibi basit ama ucuz oyuncak satan isportacilar, goya Afrika mali satan zenciler, Istanbulda Beyoglunda kimi gorurseniz burada da var.


Tysseen i gezdim, acikcasi cok etkilendigimi soyleyemeyecegim. Birkac Degas ve Kandinski gormek iyi oldu. Sonra muzeden ciktim, tekrar Sol e yurudum. Sol civil civil olmus, sabah Sisli iken aksam Taksime donusmus. Etrafi gezdim, kahve ictim, alisveris yaptim, bir seyler yedim. Trene cok gec kalmayayim diye erkenden istasyona gittim. Yatakli trenle Lizbona gidecegim, geceyi yolda gecirecegim.




Bileti Renfe nin internet sitesinden almistim. Cok erken aldigim icin oldukca ucuza geldi. Ama trenleri Deutsche Bahn in trenleri kadar rahat degil. Daha cok bizim trenlere benziyor. Yatakli vagonlarda altli ustlu dort yatak var. Dedim inanilmaz yorgunum, varir varmaz kesin uyurum. Ama uyumak mumkun olmadi bir turlu. Sonra gideyim su restoran bar bolumunu kolacan edeyim dedim. Barda birkac kisi oturuyor, bir seyler iceyim diye ben de oturdum. Menu oldukca guzel ve fiyatlar cok uygun. Merkezde yedigim salataya pisman oldum. Menude Vino Oporto diye bir sarap vardi. Barmenimiz Ricardo ya dedim, valla yakaliginda yaziyordu sormadim :P, bu nasil bir seydir diye. Ricardo beni uyardi, Portekiz sarabidir, sarap gibi degildir, bir dene dedi. Boyle tatli mi tatli bir sarap, ilk icince cok garipsiyorsunuz, ama gerisi oyle guzel geliyor ki. Sarabimi aldim, o sirada mutfagi izledim, neler yapiyorlar diye. Portekizli Ricardo kendisine Ispanyollarin unlu yemegi tortilla de patato }patatesli omlet} yapiyordu, sonra baktim patatesleri de biletci cocuk kesiyor, guldum. Sonra Ricardo ile sohbet ettik tortilla nin nasil yapildigi konusunda. Biz patatesli yumurta yaparken hafif yagda kizartiriz ya patatesleri, Ricardo hasliyor. Oyle birkac saat gecirdim orda, bir kadeh daha Oporto istedim ama Ricardo kalmadi dedi, sisenin birinin dibinde kalan iki yudumu da bana ikram ettikten sonra sarap veriyim, daha iyi uyursun dedi. Yok dedim Ricardo oluyorum uykusuzluktan bir de sarap icersem nolurum dedim. Ben yatmaya gidiyorum Ricardo dedim. Ricardo alt dudagini hafif asagi bukerek yuzunu burusturdu, gitme der gibi bakti bana. Ya dedim Ricardo, valla Madride donuste bak yine beraberiz, bu sefer soz yemegi de burda yiycem, bol bol sarap icicem, zaten donus biletim yatakli degil, artik takilirim burda dedim. Demedim tabi ya; ne diycem elin adamina :DD

Seyahatte...

Ilk yurt disi seyahatimi Cek Cumhuriyetine yapmistim. THY de calisirken yurt disi gecelemelerimi saymiyorum. Havalimanindan alinip otele birakiliyorsunuz, sadece uyuyacak kadar vaktiniz oluyor. Iste bu Cekya ya da kamp icin gitmistim. Gencturla kampimi ayarladim. (ya bu arada Genc Tur ile tanismam da ayri bir hikayedir) Ucak bileti, davet mektubum, ayrintilarin yazildigi kamp liderinden gelen mektup vs. tuttum Cekyanin yolunu. Prag havalimanina indim oglen 3 muydu 5 miydi hatirlamiyorum. Elimdeki tarife gore metroyu bulup otobus duragina gidicem oradan da Libechov otobuslerine binicem. Metroyu bulmam bile cok kolay olmadi. Zaten insanlar Ingilizce konusmuyorlar, pek yardimci olamiyorlar. Neyse guc bela buldum, bu sefer hangi durakta inecegim sorunu var. Fark ettim ki elimdeki tarif yeterince acik ve net degil. Tabi beni aldi bir telas, hava da kararir simdi ya bulamazsam nerede kalirim gece gece, ya basima bir sey gelirse filan diye her zamanki gibi kendi kendimin moralini bir guzel bozdum. O moral bozukluguyla bir telefon kulubesi bulup, oradaki organizasyonu aradim, telesekretere "ya ne bicim tarif vermissiniz, bir yeri bulamiyorum booo" diye agladim. Baktim telesekretere aglamanin bir faydasi yok mecburen bulucam bu lanet olasi duragi. Neyse sonunda buldum ama simdi kac tane otobus var, hangisi acaba, tarifeleri okumak bir mesele. Insanlara soruyorum, diyorum nerde bu Libechov duragi, Turkce aksanla Libechov dedigim icin kimse bir sey anlamiyor. Tarifelere tek tek baktim, birkac otobus soforune sordum, sonunda buldum. ohh be. Tabi oraya gidene kadar bir saat yolda ya yanlis bindiysem diye supheye dusmedim de degil.

Ikinci yurt disi seyahatim bu sefer Almanyaya oldu. Taktim mutlaka bu Ren nehri kiyisindaki kasabalari gorucem. Frankfurta yakin bir kasabada, Lambsheim da bir kamp ayarladim. Kamp uc hafta suruyor, sonra 5 gun filan bu kenar kiyidaki kasabalarda geciricem sonra da hazir Avrupaya gelmisken Frankfurt tan Paris e gidicem. 8 gun de orada kalicam. Lamsheim da tanistigim Berlin li bir kiz bize gel 5 gun diyince iyi peki dedim. Onunla birlikta Lambsheim dan Berlin e gittim. Ama sanki hep boyle yukmusum gibi hissettim, o yuzden Berlin bende cok guzel duygular uyandirmaz. Neyse 5 gun guc bela bitti, kiz beni gondermek icin sabirsizlaniyor, hissettim, bindirdi beni trene Frankfurt a yolladi. Ucagim sabah erken saatte oldugu icin havalimanina bir gun onceden gidiyorum, orada geceliycem. Yolda giderken kizil kisa sacli bir kizla tanistim, tanismak da degil de butun yolculuk boyunca birbirimize baktik oylu gulumseyerek, sonra bu inmeye yakin konustuk. Iki kelime ettikten sonra ya senin cok vaktin var, bize gel dus alirsin bir seyler yersin sonra ben seni tekrar birakirim tren istasyonuna dedi. Ben de peki dedim, onunla birlikte Marburg da indim. Artik hangi akla hizmet ettiysem bilmiyorum su anda, indim iste oyle, ne tren saati bilirim, ne dogru duzgun Almanca konusabilirim, indim oyle. Neyse ki iyi bir kizdi, agirladi beni. Sonra trene birakti tekrar, Frankfurt havalimanina gece vardim. Cantami vs.mi kendime baglayip, calar saatimi de kurup bir rahatsiz uyudum sabaha kadar.

Paris maceram da ayri bir hikaye. Havalimanindan indim, otobuse bindim megersi havalimani icinde dolasan bir otobuse binmisim, oyle dolaniyorum. Sonunda metroyu buldum, hostele gidicem. Rezervasyon yaptirdigim hostele gitmeden once birkac daha iyi olma ihtimali olan hostele baktim. Yer bulamayinca mecburen kendi hostelimi buldum. Ama elimde harita bir o yone bir bu yone donerken, "Fransizlar hic Ingilizce konusmaz" onyargilarina inat birkac kisi bana yardim etme teklifinde bulundu, Ingilizce! Neyse sonunda hostelimi de buldum, girdim, yatagima yattim, annemi ozledim ben booo diye agladim.

Paris te 8 gun kaldim. Ne isim vardi sekiz gun orada hic bilmiyorum. Yalniz basima pek eglenceli oldugunu da soyleyemeyecegim. Tum sehri yuruyerek dolastim, metronun fiyati bizim otobusun 10 katiydi, nasil biniyim. Yemek sandvic filan bile cok pahali. Marketten ton baligi baget filan alip idare ettim. O koca sehrin tamamini yuruyerek dolasarak ve dogru duzgun bir sey bogazimdan gecmeden 8 gunde 3 kilo verdim. Ya isin komik tarafi 8 gun boyunca ben nasil oldu da Sanzeliye rastlamadim onu hic bilmiyorum.

Bir de Turkiye icinde bir baska seyahatim var. Yine bir kamp sonrasi, bu sefer Yozgat, dedim ben Akdeniz Ege dolasacagim. Kendimi Fethiye ye attim, birkac gun orda kaldim. Sonra Bodruma gittim. Uc deli oglanin (Zilan, Serdar ve adini hatirlamadigim bir baska arkadas) odasinda kacak kaldim. Ben yatakta yatiyim diye biri balkonda yatti. (Yoksa sicak diye miydi :D)Birlikte gecirdigimiz birkac gunu hayatim boyunca unutamam herhalde. Sabahlara kadar eglendikten sonra ben bunlari hadi kalkin diye uyandiriyorum diye, bir gun boyunca ben yokmusum gibi davrandilar, tek kelime etmediler. Yalvar yakar oldum o gun onlara. Beni hakem yapmaya calistiklari komik yarismayi hayatim boyunca unutamam :) Sonra Bodrum dan Fethiye de tanistigim bir cocukla Ayvalika gittik. Gecenin bir yarisi otobus bizi bir yerde birakti, Ayvalik a girmedi. Kus ucmaz kervan gecmez. E dedik mecburen yuruycez, o karanlikta yurumeye basladik, neyse ki bir araba durdu da bizi bir pansiyona atti. Durmasaydi en az 2 saat yolumuz vardi.

Simdi bakiyorum da ne cilginmisim, ne guzelmisim, ne inceymisim, ne eglenceliymis hayat. O zamanlar ne nerede oldumuzu sokak sokak gorebildigimiz google map ler vardi, onu birak dogru duzgun internet bile yoktu, ne cep telefonu vardi, ne dogru duzgun yabanci dil vardi, ne param pulum vardi.

Simdi o kadar zor geliyor ki Eminsiz ve icine 10 dalis tupu, uc kova malzeme sirdirdigimiz Kangoomuz olmadan bir yere gitmek. Ama dedim, madem buralara geldin, oturma iznini aldin, ee gezmeden olmaz, kufur ederler adama, salak derler diye korktum ve yine seyahate ciktim. Yine yalniz. Sadece bir sirt cantam eslik ediyor bana. Nerde miyim? Lizbon... :))

Yemekteyiz

Burada yapmaktan en çok keyif aldığım şeylerden biri de yemek yapmak. Ama öyle kendim yapayım, kendi yiyeyim sevmiyorum. Mutlaka paylaşmalıyım. Mutfağımızın ne kadar zengin olduğunu göstermeliyim. İnsanlar parmaklarını yemeliler. Çok iyi yemek yaptığımından değil de, bizim mutfakta neye soğan, salça, baharat koyarsanız oluyor size Türk yemeği. Çok ayrı bir şey yapmaya gerek kalmıyor bazen.

Ne zaman yurt dışına çıksam da mutlaka yaparım. Almanya'da ve Çek Cumhuriyeti'nde kamp yaparken de yapmıştım yine böyle. Ama gerçekten çok komikti. Niyeyse hep zor şeyleri yapmayı seçiyorum. Almanya'da börek yapmıştım. Yufkayı nerden bulduğumu hiç hatırlamıyorum ama kamp yaptığımız yerde çalışan bir Türk vardı, ona sormuştum kıyma nereden alırım diye. Gel ben seni götüriyim, bunlar domuz yerler sana helal et alalım demişti. Ben de o kadar domuzum ki, yok ben domuz kıymasından da yaparım demiştim. Adam dumura uğramıştı, bir daha da yanıma yaklaşmadı. Ama becerdim ve böreği yaptım. Sonra Çek Cumhuriyeti'nde de çiğ börek yapmıştım. Ay o hamuru tek tek aç, tava da yok, tencerenin içinde tek tek kızart işkence gibi. Halbuki yap di mi şöyle türlü mürlü yesinler işte. Yok illa özel bir şey yapcam! Bir de Türk kahvesi götürmüştüm yanımda, ama cezve olmayacağı hiç kalıma gelmemişti. Ben de kepçenin içinde Türk kahvesi yapmıştım!

Buraya geldiğimden beri de elimden geldiğince yemek yapmaya çalışıyorum. Ama burada şöyle bir sorun var. Odalarda sadece bir sandalye var, dolayısıyla insanları davet edemiyorsunuz. Parti odaları var, içinde fırın, ocak, sandalye, masa filan var ama. Oranın da anahtarını almak ve yemek yapmak için tavasıdır tenceresidir yağıdır tuzudur tüm mutfağı oraya taşımak gerekiyor. Dolayısıyla uğraşmak istemedim.

Geldiğimizden beri insanlar kendi mutfağını tanıtmak için akşam yemek veriyorlar. Şimdiye kadar Macar ve Romanya mutfağına konuk olduk. Çok kayda değer bir lezzete rastladığımı söyleyemiycem. Bir keresinde de Annika ile Jirka beni öğle yemeğine çağırmıştı. Bir de yemek diyince öyle aklınıza, çorbasıdır, başlangıcıdır, sıcağıdır, pilavıdır, tatlısıdır gelmesin. Yok öyle bir şey! Çoğunlukla tek bir yemek ya da yemek ve tatlı filan oluyor. Hatta doymuyorsunuz, kimse ikinci tabağı alır mısın diye sormuyor. Türkler olarak biz de Sezgi ve Ezgi'lerde bir Türk gecesi yapmıştık. Herkesi çağırdık. Kuru fasülye, pilav, etli dolma sarma, cacık hazırladık. Rakı vardı tabi ki :) Herkesin dibi düştü, bayıldılar, tabak tabak yediler.

Ben de kaç zamandır yemek yapayım insanları çağırayım diyorum. Bir türlü ayarlayamadım. Monja'ya yapıyorum arada bir. Kendime daha çok pilav makarna filan yapıyorum. Ama o pek yemiyor. Zaten pilava, tel şehriye koymam pek bir garibine gitti. Onlar tel şehriyeye nudeln-makarna diyorlar çünkü. Nasıl yani diye soruyor bana, pirinci niye makarnayla yapıyorsun diyor. Arada Monja'nın uyduruk tariflerini deniyorum, birlikte yiyoruz. Hiç Monja'ya özel bir şey yapmamıştım şimdiye kadar. Geçen mücver yaptım, parmaklarını yedi. 4 kişilik mücveri 2 kişi bitirdik. Bayıldı.

Ama böyle kalabalığa yapayım filan istiyorum. Sandalye yok!! En sonunda Monja'nın gittiği bir hafta sonu dedim sen şu sandalyeni masanı filan ver, ben birkaç kişi çağıracağım. Verdi sağolsun. İspanyol arkadaşlar var, onları çağırmak istedim. İkisine de dedim, arkadaş da getirebilirsiniz, ama sandalye ile gelsinler.

Şimdi kaç kişinin geleceğini bilmiyorum, kendim de dahil en az 3 yapmalıyım. 2 kişi daha gelse, 5 kişilik olsun. Getirmezlerse kimseyi, ben yerim birkaç gün zaten kalanını.

Yurda yakın minik bir pazar var, Çarşamba Perşembe Cuma kuruluyor. Burdan patlıcan, soğan yeşillik filan aldım. Patlıcan yapmak istedim. Çok özledim, bir de ne Mensa'da ne başka bir yerde patlıcanlı bir şey yemedim hiç. Yani Almanlar bu patlıcanı nasıl kullanıyorlar mutfaklarında bilmiyorum.

Hoş benim için de çok fazla seçenek yoktu. Musakka yapayım dedim, çok eskilerden tecrübeliyim, o kadar yağ çekti ki, yemek yağlı olmasın diye patlıcanları ezerek yağlarını çıkarmıştım. Karnıyarık'a taktım uzun bir süre. Kesin dedim karnıyarık yapmalıyım. Hem görsel güzel, hem lezzetli. Ama tarifleri okuyunca buradaki patlıcanların boyutuyla çok orantılı olmadığını gördüm. Buradaki patlıcanlar, bizdekilerin iki katı. Tüm tarifler de Türk patlıcanına göre. Ya şimdi nasıl yarcam ben bu dev patlıcanları, bir de acı çıkarsa nasıl yiycez. Ayrıca fırın yok, nasıl pişircem. Neyse dedim patlıcan olmıycak. Ben en iyisi en iyi bildiğim şeyi yapayım: Köfte.

En iyi bildiğim dediğime de bakmayın yani. En son Çek Cumhuriyeti'nde yapmıştım Jirka ve arkadaşlarına. Ama elimde tarif filan yoktu. Taa oralardan Gülay Abla'yı arayıp tarifini aldım. Ama üşendim soğanları rendelemeye, kestim minik minik. Olmadı tabi, ağza geldi. Ama çaktırmadım, öyle yapılıyomuş gibi davrandım. Bir de hazırlarken Jirka'nın köftenin nasıl yapılacağına dair hiçbir fikri yok, ben bazı şeyleri sürekli yanlış yaparken hep düzeltti beni. Sonra fırına attık, sosu az geldi ama neyse yediler afiyetle.

Şimdi de ikinci köfte tecrübemi yaşadım. Köfteyi öyle kızartma filan sevmiyorum. Fırın seviyorum. Ama odalarda fırın yok, almak da yasak sanırım. Neyse dedim fırın yok ama yaparız herhalde bir şekilde, hiç olmadı kızartırım.

Sonra dedim, şimdi Kurban Bayramı arifesindeyiz. Git üşenme Türk sokağına, domuz etiyle olmaz, dana kıyması al. Zaten defter kabarık dedim ama alışverişe çıkar çıkmaz bir üşendim bir üşendim oralara gitmeye. Zaten kaç gündür deli rüzgar var burada. Bisiklet filan süremiyorum. En iyisi mi sen şu Rewe'ye git dedim, orada vardır bir ihtimal dana kıyması. Sonra gittim Rewe'ye, baktım kıymada indirim var, bu haftaya özel sadece. Ama domuz kıymasında!! Dana kıymanın fiyatı da iki katı. Bir süre tereddütte kaldıktan sonra ya dedim, herkes yiyor zaten, sen de yiyosun, e o zaman ne düşünüyosun. Neyse aldım ben bu domuz kıymayı. Eve geldim yapmaya başladım. Köfteleri hazırladım ama bu sefer nerede pişireceğim sorunu var. Monja'nın böyle büyük derin bir tavası var, bunda yapayım. Dizdim hepsini, hazır domates salçasını da bastım üstüne, koydum ocağın üstüne. Ocak da küçük tavadan. Elektrikli ocaklardan. Artık pişsin hepsi diye tavayı sürekli döndürüyorum filan komik oldu yani. Neyse bunlar hafif pişti, önceden hafif kızarttığım patatesleri de attım içine. Bunları alt alta üst üste bayağı bir süre ocağın üzerinde beklettim.

Sonra dedim ya bu patlıcanlar kaldı, mutlaka yapmam lazım, yoksa bozulur. Patlıcan sos yapmaya karar verdim. Kızarttım filan. Hazır domates sosuna da baharat filan koydum döktüm üzerine.



Köfte ve patates pilavsız olmaz. Dedim pilavı da onlar gelince yaparım. Bir de salata yaparız birlikte filan dedim. Zaten gelecekleri konusunda da hafif şüpheye düştüm. Konu hakkında çok konuşmadık çünkü. Endişelendim filan. Gelmezlerse kimleri çağırayım filan diye düşünüyorum bir yandan. Telefonum yok (bozuldu) kimseyi de arayamam, Facebook'a yazarım, yoksa kendi kendime yerim napayım dedim.

Akşam yediye yaklaşıyor. Beni aldı bir telaş, zar zor anca yetiştirdim köfteyi patlıcanı filan. Masayı hafiften hazırladım. Daha menümde mücver ve puding vardı. Ama yetiştiremedim tabi. Niye bu kadar çok çeşit düşündüğümü ben de bilmiyorum. İlla hepsinden tattırcam da tattırcam diye bir ısrarım var.

Neyse ki geldiler. İki kişi geldiler ama olsun. Ve parmaklarını yediler. İkişer tabak götürdüler. Patlıcan kızartmayı o kadar dandirik yapmama rağmen bayıldılar. Şarapla birlikte 5 kişilik yemeği 3 kişi neredeyse bitirdik.

Şimdi Aralık ayında Wilma'nın bir yemek organizasyonu var. Mensa'nın mutfağına giriyorsunuz, kendi ülkenizden bir yemek yapıyorsunuz. Sonra öğrenciler de sizin yemeğinizi 1 Euro'ya yiyorlar. Buna katılacağım hayırlısıylan :))

Almanlarla arkadaşlık


Buraya yazdım ya, Alman kızları çok güzel filan diye, bazı arkadaşların ağzının suyu aktı, "hhehe demek çok güzel, ben de geliyim oraya" filan diye. Gel anam gel, başımızın üstüne de, burada o işler o kadar kolay değil.

(Emin ne üzerine yazacağımı bu paragraftan sonra anlıyor, tırnaklarını yemek üzere elini ağzına götürdü bile...)

Çevremde ne kadar Erasmuslu arkadaş varsa, hepsiyle aynı dertten şikayetçiyiz: hiç alman arkadaşımız yok! Hepimiz Almancayı Almanlarla geliştirmek istiyoruz, arkadaş olalım istiyoruz, ne bileyim Alman kültürünü tanımak istiyoruz. Tamam aklınıza işin muzur tarafları da geliyor biliyorum ama kolay değil, gerçekten kolay değil öyle buralarda Alman sevgili yapmak.

(Alman sevgili filan da dedim tamam artık, Emin'in iki tırnağı şimdiden afiyetle yendi.)

Bir kere Alman arkadaş edinmek bile zor. Herkes kendi derdinde. Dersten derse koşuyorlar, öyle aman da sen yabancısın gel bir tanışalım, sana bu ülkemizin güzide yerlerini gezdirelim, şu enfes yemeklerimizden yedirelim, dersine yardım edeyim diye bir durum yok ortada. Bizim gibi değiller yani. Bir ortak arkadaş vasıtasıyla tanıştırılırsanız ilgileniyorlar, sıcak davranıyorlar, konuşuyorlar vs. ama bu tanışmayı arkadaşlığa döndürmek için bir çabanız olmazsa orada kalıyor, ileriye gitmiyor. Çünkü onlar çaba göstermiyorlar. Dolayısıyla arkadaş olmak böyleyken, sevgili olmanın ne kadar zor olabileceğini tahmin edebilirsiniz.

Erasmuslular arasında şöyle bir geyik dönüyor bir süredir: Biri sizi kahve içmeye davet ederse başka anlamları da varmış. Ya ne olabilir ki başka anlamı işte, alt tarafı kahve, sütlü şekerli vs. Yani benim aklıma başka bir şey gelmiyor. :)) Şimdi bu geyiği çok merak ettim ben, dedim Monja'ya sorayım. Yani ben edeceğimden değil de, bir gün olur da biri beni kahve içmeye davet ederse biliyim diye. (hehe) Bir de ne yapıyorsam yemin billah benden sonraki Erasmus öğrencilerine deneyimlerimi, gözlemlerimi aktarmak için yapıyorum. :PP

(Bir tırnak daha gitti:)))

Monja dedim, nasıldır bu işler buralarda sen bir anlatsana bana. Monja dedi, "Çok zordur. Bir kere Alman erkekleri çok korkaktır, öyle kolay kolay yanaşmazlar kızlara. Çünkü kızlar çok lanettir, hemen Hayır diyiverirler." Yani öyle, benimle kahve içer misin'in cevabı, yüzde 95 hayır. :)) Yani şimdi burayı okuyan erkek arkadaşlar, siz diyorsunuz ya Marmaris'te Bodrum'da bu işler hiç de öyle olmuyor, Alman kızlar çok cana yakın filan. Ama burası Almanya! Oraya tatil için gidiliyor, burada millet deli gibi ders çalışıyor! Başkalarının tecrübelerini de gözlemlerini de bilemem ayrıca ben gördüğümü duyduğumu anlatıyorum... Monja'ya dedim, ya arkadaşlık kurmak bile zor burada. Evet dedi, arkadaşlıklar kolay kurulmuyor, ama kolay da bitmiyor, uzun süre arkadaş kalıyorsunuz. Kahve olayını da anladınız işte, konuşmak kolay değil öyle, tanımadığınız birini kahve içmeye davet edince tabi ki yanlış anlaşılır!! Bir de çok çabuk dedikodu çıkabilirmiş hakkınızda, biri sizi biriyle kahve içerken gördü mü, birden yayılıverebilirmiş! Yani öyle bir Almanla oturdunuz, kahve içiyorsunuz filan, aman dikkat!

(Emin Alman erkeklerinin ne kadar korkak olduğunu öğrenince hafiften rahatladı, ama yazı burada bitmedi. hehehe)

Bir Alman kız arkadaş var, ismini söylemiycem, nolur nolmaz bir tanıdık çıkar, şu yazdıklarımı Google Translation'da çeviriverir, gerçi bir bok anlaşılmıyor ama olsun, kızın yuvası yıkılır. Neyse bu Alman kız arkadaşla bir gün konuşuyoruz, okulda çocuğun teki bunu durdurup çok güzelsin, seninle tanışabilir miyim filan demiş. Cesarete bak sen!! Bizimkine bayağı tuhaf gelse de, kabul etmiş, bir de üstüne iki şişe şarap yuvarlamış. O gün bugündür bunlar arkadaşlar!! Ama ne arkadaş! Çocuk kıza düşecek nerdeyse, kız da böyle bir kakara kikiri durumları. Ya kızım noluyor, ne iş diye sıkıştırıyorum bunu. Ay vallahi bir şey yok, filan diyor. Ama böyle çocukla konuşurken saçıyla oynamalar, bir kikirdeşmeler filan. :DD Çocuk da bir boka benzemiyor da, zeki ama, güldürüyor kızı. Ben sıkıştırdıkça ay valla yok diyor bu. Kimi kandırıyorsun diyorum, bir kere bırak şu saçınla oynamayı da inanıyim yani, diyorum kızım yeme beni. Diyemiyorum tabi, Almanca nasıl denir ki, Iss mich nicht, dont eat me.. :P Yani anlıycanız cesaretli Alman erkekleri de var. Hak da vermiyor değilim yani kıza, eşinden başka biri ilgileniyor, hoşuna gidiyor filan. Dünya üzerinde de tanımam yani, iki güleryüze, iltifata, iki espiriye gevşemeyen kızı... Bu benim görüşüm, kimse alınmasın, laf sokmaya kalkmasın, silerim :D

(Emin'in tüm tırnaklar gitti...)

Ya o değil de, geçen gün bir Erasmus partisinde, bizim Erasmuslulardan havuç suratlı bir kızı, bir Behlül'le gördüm, gözlerim yerinden fırlıycaktı. Yani çocuk gerçekten Alman bir Behlül! Kız da gerçekten böcek bir şey. Çocuk böyle bunun peşinden dolanıyor. Dedim herhalde kesin kardeşler! Ama aynı anadan bu kadar zıt iki tipin çıkmasına imkan ve ihtimal yok. Yok dedim ya, gerçek olamaz, arkadaşlardır kesin. Dedim, sen kızım Fransız mısın artık ne menem bir şeysin o Behlül'ü hadi bıraktım sevgiliyi nasıl arkadaş olarak ayarladın. Ağzım açık kaldı! Şimdi ben bunların ilişkisini çıkaramadım, gözüm fal taşı gibi sürekli bunları arıyorum orda burda.

Şimdi diyorsunuz siz içinizden Ebru orda ne bok yiyor diye. Valla bir bok yediğim yok! Sadece ortalıktaki Behlül'lere bakıyorum uzaktan uzaktan, sevap niyetine. Çok günah var diyorum, o yüzden. :P Zaten üzerimde çok baskı var. Bizim Erasmuslu Gökhan, "bak Emin abiye söylerim seni, bize gelmez bu işler, bakma" filan diye beni tehdit ediyor. :)))

Şimdi Emin'le ortak arkadaşlarımızdan biri de Murat. Emin'in dalış ekürisi. Murat da beni kıskandırmaya çalışıyor taa İstanbullardan. Bir kere bıkmadan usanmadan yaptığı şey msn'den bana "emin abi gel, burada sürüyle kız var, seni bekliyoruz" diye mesaj atıyor, sonra "ay pardon, sana mı atmışım, yanlışlıkla oldu" diyor. Ben de yazık gariban alınmasın üzülmesin espri yerini bulsun diye kızgın suratlar gönderiyorum. hehe. Emin'i de burda sürüyle yakışıklı çocuk var filan diye kıskandırmaya çalışıyorum. O da diyor, ben de Hale, Jale, Male bütün mahalleyi topluyorum şimdi eve, Murat da çağırıyor kolegalar var gel diyor, yok efendim Ukrayna'dan iş almış da Ukrayna'ya da bunu göndericeklermiş!!! Akılları sıra beni kıskandıracaklar!

Ya bir de birkaç senedir şöyle bir geyik var, bu iki dalış manyağı Ukrayna'da dalış okulu açacaklar! Ya diyorum siz o çok iyi bildiğiniz pusulalarla, bırak Ukrayna'yı Laleli'nin yolunu bile bulamazsınız! hehehe :)))))

Almanca

Benim bu Almancayla hiç aram olmadı. İlk ortaokulda öğrenmeye başladım. Sonra üniversite zamanında, iki dil ile kolay iş buluruz ayağına Goethe Institute'e gittim. Orada da sanki ortaokulda hiç öğrenmemişim gibi en baştan başlattılar. Rokko denen dallama bir uzaylıyla Almanca öğrendik. Azimle Grundstufe'nin 8'ini de bitirdim. Sonra beni kesmedi tabi, grup dersi filan almaya başladım. Ama hatırlıyorum, bir yıldan fazla nerdeyse kursa gitmişim, bu grup derslerinde bile doğru düzgün konuşamıyordum.

İlk Almanya ile münasebetim, Almanya'ya gönüllü çalışma kampına geldiğimde oldu ama burada da paso İngilizce konuşuyorduk zaten. Bir ay boyunca tek kelime Almanca laf ettiğimi hatırlamıyorum.

Daha sonra Almanca tiyatro maceram var, o daha da komik oldu. Biz çocuk tiyatrosu filan yaparken, güneye inelim, Almanca oyun oynayalım filan dedik. Ama bir gittik gördük ki, turistlerin hepsi Rus!! Şaka değil Ruslara Almanca oyun oynadık!

Öyle iş görüşmelerinde filan da çok işime yaramadı. Aman sen Almanca da biliyorsun, pek de güzelmiş diyen olmadı hiç. Ama bir iş görüşmesi için gerçekten feci Almanca çalışmıştım. Almanca hocamla oturup hazırlanmıştım filan, o kadar yani. Bana iş görüşmesinde sorabilecekleri tüm olası soruları listeledik, cevaplarını tek tek yazdık. Ama görüşmede yaptıkları şey şu oldu, üzerinde küvet resmi olan bir kağıt verdiler ve bunu Almanca tarif et dediler. Ben dumur tabi. Yani bildiğimiz küvet, neresini tarif ediyim. Yıkanılır, beyazdır filan. Bir bok diyemedim tabi. Şimdiki muzurluğum olsa, içinde seks yapma potansiyeli vardır, jakuzili olursa daha makbuldur filan diye saydırırım. :D Kılım zaten bu İK sorularına!!

İş hayatındaki ilk Almanca tecrübem, ve gerçekten hayatımdaki dönüm noktası, bir gazetede Almancacı muhabir olarak çalışmak oldu. Şimdi, bilen varsa yazmasın lütfen, ben de hangi gazete olduğunu söylemeyeceğim. Bir iletişimci olarak gazeteler hakkında ileri geri saydırmam hiç hoş değil. Ama üzerinden çok zaman geçtiyse de günahım kadar sevmem bu gazeteyi hala. Çünkü tek kelimeyle ağzıma sıçıldı. Yani orada çalıştığım süre boyunca ne sigara ne çay molası bile verdirmediler, sigara da içmem ya, olmayınca içesi geliyor insanın. Almış olduğum ve hala veremediğim tüm kilolar, burada yaşadığım stresten dolayıdır, bu böyle biline! Şimdi burada da iş görüşmesinde ben söyledim, çat pat Almanca bildiğimi. Her zaman yapamayacağım şeyleri söylerim, ben de insanım, elimden her iş gelir abi, her şeyi mükemmel yaparım diye bir şey yok hayatta. Kursu bitireli olmuştu bayağı ama dedim ben bunlara, geliştiririm ben bu dili, öğrenirim filan diye. Müdür daha işe başlamadan bana haber filan verdi, bunları yaz, bana mail at diye. Sonra, "ben habercilik hayatımda yeni başlayıp da bu kadar iyi haber yazan birini görmedim" diyerek bana bir gaz verdi ve çat pat Almancamla beni muhabir olarak işe aldı.

Bir gün yine böyle Almanca siteleri filan tarıyorum, bir Türk anne ile yapılan röportaj gözüme çarptı. Kadının çocuğu artık ne idiyse hatırlamıyorum, ben buradaki bir cümleyi "Oğlum Guantanamo'da işkence görüyor" diye bir güzel çevirdim. Sonra müdüre gittim, önemli bir şeydir bu kesin diye. Gözleri yerinden fırlayacaktı, neredeyse yazı işleri toplantısına uçarak gidecekti. Manşetten girecek bir haber, o kadar önemli yani. Neyse ki yılların getirdiği tecrübeyle, benim de dallamalığımı tahmin etmiş olacak ki, sen şunu bir iyice oku dedi. Ben bir daha oturdum okudum iyice, Guantanamo, işkence manşet filan yalan oldu tabi :DD Ay hatta Almanya'da Hannibal bozması bir adam vardı, onun haberleri çarşaf çarşaf Alman gazetelerinde çıkıyordu, bu haberleri de hep ben yazıyordum, sevgilisinin penisini nasıl kesip yemiş o anlatılıyordu. O sırada da üniversitede travestilerle ilgili bir ödev yapıyorum. Düşünün artık psikolojimi!! Ah bir de arka sayfa güzellerinin haberlerini ben yazıyordum, karı kız sitelerinin hepsine üye olmuştum o ara. Hala gelir bu sitelerden newsletterlar. Neyse artık bu maceram çok sürmedi, iyi ki de sürmemiş, kaderin bir cilvesiyle iletişimci oldum -(bu da ayrı bir hikayedir, belki bir gün anlatırım.) Neyse ben hala plan proje yapıyorum, bir gün gelcek ben bu gazeteyi satın alcam filan, -aynı insanlar artık orada çalışmıyor olsa da- herkesin burnundan getircem, dönüşüm çok boktan olcak filan diye :DD

Aradan gel zaman git zaman ben hiç Almanca konuşmadım, yazmadım, okumadım, TV bile izlemedim. Ta ki, piyangodan Leipzig çıkana kadar. Ben harıl harıl bir başladım Almanca çalışmaya. Sonra buraya bir geldim, oryantasyon kursundan önce test yaptılar, 100 üzerinden 51 aldım, neredeyse çok az Almanca bilenlerin arasına düştüm. Hatta ilk gün, senin adın ne, ne yemek seversin ile filan başladık, uleyn dedim nereye geldim. Ya diycem bakın ben gazete filan okuyabiliyorum, yani tamam bir sürü kelime var anlamadığım ama şu kelimeleri anlasam ben çözdüm bu dili diye, ama diyemiyorum. Dallama bir Amerikalı var, o yavşak İngilizce aksanıyla "bu ne ya, ben süper almanca konuşuyorum, çocuk oyuncağı bunlar benim için" dedi ve benimle neredeyse aynı puanı almış olmasına rağmen bir üst kura uçarak geçti. Ben geçemedim, kıllık yapmiim dedim, dikkat çekmiim, yabancıyım dedim, geçmedim. Sonra bitti bu üç haftalık oryantasyon kursu, sanki üç haftada süper öğrendim ya, dönem boyunca alacağım kursta bir üst kura kesin geçerim, şu teste giriyim kesin 75'i çakarım dedim. Test aynıydı, yemin billah aynıydı ve ne aldım: 56!! Yani üç haftada 5 soru daha iyi mi yapar duruma geldim diye bunalıma girdim. Ve ben daha önce hatalarımı öğrenmek için testi gözden geçirmiştim, aman ne işime yarıycak bi daha diyip 5 soruluk yalap şalap bakmıştım tabi!!

Neyse dedim, kaderime razı olacağım. 50 aldıysan da testten öyle 60lık kursa girmene izin vermiyorlar, öyle domuzlar. 50'lik civarda seçtim birkaç kurs, çok yüklenmiyim kendime dedim, zaten konsantrasyon sorunun var, azar azar al dedim. Dört tane mi ne kurs aldım. Haftada 1.5 saat hepsi. Gramer, 2 konuşma, yazma. Sonra gitmeye başladım ben bu kurslara. Daha ilk günden renk vermeye başladılar zaten. İsminin "yazma kursu" olduğuna bakmayın nasıl dipnot yapılır, almanca kısaltma nelerdir diye, türkçede bile öğrenmekte zorlandığım şeylerin almanca versiyonunu öğreniyorsun, öyle bir bok yazmıyorsun yani. Yazma kursunu, şimdi tez yazıyorum türkiye kurallarıyla, almanların kurallarını öğrenip de kafam karışmasın dedim bıraktım. Gramer desen, negatif cümlelerle başladık, daha bir buçuk ayda yeni bitirdik. Konuşma hadi bir nebze daha iyi.

Bir kursu saati uymadığı için başkasıyla değiştirdim, beterin beteri var, böyle lanet domuz burunlu bir karının kursuna düştüm. Hepimizi tek tek tahtaya kaldırıp konuşturuyor, alkışlatıyor filan. Fenalık geliyor içime. Bir de bu Almanlar domuz, bir şeyi yanlış söyledin mi öyle kibarca, ne dediğini tam anlamadım, bir daha tekrarlar mısın lütfen filan demiyorlar "söylediğinin tek bir kelimesini bile anlamadım" diye dann diye suratına söyleyiveriyorlar. Ben de karının inadına, düşünmeden saçma sapan konuşuyorum, yanlış cümleler filan kuruyorum bilerek. Ben bu karıya gircem artık, ramak kalmış, bilen bilir ne lanet olduğumu. Neyse dedim, gitmek zorunda değilsin, kavga çıkarma şimdi, bir de Almanya'da da adın çıkmasın. Ben bu kursu bıraktım. Sonra gittim koordinatör Kristin'e, yaw kristin ben biliyorum bu almancayı aslında, bakma 56 aldığıma, sen beni şu 75lik gramer kursuna da yaz nolur, zaten kalcam şurda 5 ay, bir üst grameri filan da tekrar ediyim dedim. Kristin kırmadı beni oraya da yazdı. Şimdi elimde kala kala üç kurs kaldı, 2 gramer bir konuşma, haftada 4.5 saat. Ama nasıl sıkıcı nasıl sıkıcı ölcem yani, öyle böyle değil. Sürekli saate bakıyorum, bitse de gitsem, kendimi kütüphaneye atsam diye. Düşünün yani kütüphaneye gitmek için can atıyorum!!

Bir yandan bizim Seda, kardeş, küçük olan velet, Almanyada harıl harıl her gün kursa gidiyor, ben daha B1 lerde sürünürken, hayatımın kaç yılını Almancaya adamışken :P, bana yetişti üç ayda. Bu velet daha İstanbuldayken "ich möchte einen köfte diyebiliyorum ben sadece" diye kendi kendine hihohaho diye gülerken, burada telefonda benimle almanca konuşuyor. Bir de üstüne, söylediklerimi düzeltiyor "şu fiilin yeri yanlış oldu, şu kelimeyi yanlış söyledin" filan diye. Ben artık kurslardan patlarken, seda B2 oluvercek, ben burdan höyyttt ablalar geçilmez diye uçucam sedaya! :D farmville'de de bana yetişti zaten!!

Valla kurs filan değil de, zaten 4.5 saatte bir bok öğrenilmiyo, ben en çok Monja ile konuşuyorum. Kızı fazla gördüğüm yok da işte, görüştüğümüzde de bayağı bayağı konuşuyoruz. Dinliyor beni, söylediklerimi düzeltiyor, açık ve net konuşuyor. Ama ben böyle öyle komik cümleler kuruyorum ki, yarılıyor kız gülmekten. Lavabo açacağını nasıl kullandığımı anlatırken "Lavabo açacağını döküyorum" yerine "Lavabo açacağının tadını çıkarıyorum", "Mumu yakalım" yerine "Mumu ateşe verelim", "Partide çok eğlendik" yerine "Partide çok ateşliydik" filan diye cümleler kuruyorum, kız geberiyor gülmekten.

Ya zaten bu yabancı dil denen şey şöyle bir şey, dil dile değmeden öğrenilmiyor kardeşim, bunu bilir bunu söylerim. İngilizceyi, İspanyolcayı nasıl şakır şakır konuşuyorum zannediyorsunuz :DD (Şimdi ben bunu yazdım ya, Emin İstanbul'da kurdeşen döker, yok valla aşkım bu Almanların hepsi domuz, hiç Almanca öğrenmeye niyetim yok, seviyorum seni :P) Yani o değil de, burada sürekli Almanca düşünmekten İngilizce ve İspanyolcayı da unuttum, ne zaman konuşmaya kalksam araya Almanca karışıyor...

Bu Almanların bir sistemi var, dil de öğrenseniz, üniversitede ders de alsanız illa sunum yapacaksınız. 10 dakika, tüm sunum tekniklerini uygulayarak böyle bir konu seçip anlatacaksınız. Konuşma kursunda sunum yapıyorlar, yani gerçekten hepsi çok sıkıcı. Bir de sizin kadar kötü konuşan birinden Almanca duymanız bir boka yaramıyor. Benim de bir sunumum var Pazartesi, daha önce yaptığım bir sunumu Almanca yapcam. Bir çocuk bulsam da çevirtsem diyorum hayrına. Yani tamam bu Almanlar hayır işi filan bilmez, bir kahve filan ısmarlarım artık napiim. Yok ya pardon, kahve de ısmarlayamam, niyesi de başka bir yazının konusu :D

"Örneğin Türkler gibi!"

Bize buraya gelmeden önce Türkiye'den 3 aylık geçici bir vize veriyorlar. Şengen vizesi değil, tek girişlik Almanya vizesi. Hatta 3 ay içinde Türkiye'ye bir gidip geleyim deseniz gidemiyorsunuz, tek giriş, çıkış yok! Buraya geldiğinizde kalacağınız süre kadar oturma izni almanız gerekiyor. O oturma izniyle AB içinde seyahat edebiliyorsunuz, hatta çalışabiliyorsunuz.

Hepimiz geldik, evraklarımızla birlikte yabancılar bürosunun yolunu tuttuk. Böyle dünyanın dört bir yanından vatandaşla bir salonda saaatlerrrce bekliyorsunuz. Sabır limitleriniz zorlanıyor. İlk başvuru için bekliyorsunuz, sonra almak için. Arada bir şey istedilerse, her seferinde bekliyorsunuz. Kimimize hemen çıktı, kimimize hala çıkmadı. Büro o kadar uyuz ki, herkesi farklı işleme tabi tutuyor. Kimisi oturma izni için para veriyor, kimisi vermiyor, kimisinin 3 haftada çıkıyor, kimisinin 3 ayda çıkmıyor, kimisine iznin çıktığını e-posta yoluyla haber veriyorlar, kimisine mektup gönderiyor. Bu kadar farklı uygulamalar. Kendileri de öyle diyor zaten, herkesin farklı, bilemeyiz ne zaman çıkacağını!!

Ben biliyordum bu oturma izniyle AB içinde seyahat edildiğini ama o kadar çok insandan farklı şey duyunca her zamanki gibi içime kurt düştü. Yabancılar ofisine tekrar gittim, sordum seyahat edebilir miyim diye. Bununla da yetinmedim, seyahat edeceğim ülkelerin konsolosluklarını tek tek aradım, izin var mı diye. Belli olmaz bu AB'lilerin işi, ona farklı buna farklı, pasaport kontrolünde anlat anlatabilirsen derdini.

Bir yandan yabancılar ofisi bize böyle kan kustururken bir yandan da insanlardan bir sürü şey işitiyorsunuz, uyuz oluyorsunuz. Açıkçası AB'ye aday ülkeyken niye Ruslarla, Suriyelilerle, ya da ne bileyim Allahın Korelisiyle aynı muameleyi gördüğümü anlamakta zorluk çekiyorum. Her yeri geldiğinde de bunu bir güzel dile getiriyorum. İnsanlar da pek bir meraklı zaten, AB'nin dört bir yanından gelen arkadaşlar "siz kendinizi avrupalı görüyor musunuz" diye soruyor. Çevremde birkaç kişiden daha duydum, geçen Sezgi de anlatıyordu, özellikle Almanca ya da yabancı dil kurslarında Türkiye'nin AB'ye üyeliği ile ilgili bir sürü tartışma dönüyor. Yani yemiyorlar içmiyorlar bunu konuşuyorlar adamlar. İşte Türkiye çok farklı değil mi, AB daha ne kadar genişleyebilir ki, yok işte siz Müslümansınız, biz Hristiyanız vs. vs... Geçen Monja bile dedi, biz Hristiyanız, siz Müslümansınız diye. Ulan herhangi birinizin bir Pazar günü de kiliseye gideyim dediği mi var, Hristiyanlığın şartlarını yerine getiriyor musunuz, hadi bıraktım inanıyor musunuz? Ne konuşuyorsunuz gerekli gereksiz biz Hıristiyanız diye!! Ne zannediyorlar, biz AB'ye üye olucaz, her sokak başına cami mi dikicez, napcaz yani!! Ben de bir gün diyeceğim dayanamayıp, daha 20 yıl öncesine kadar Doğu Almanyaydınız, bizim AB ile ilişkilerimiz taa 1960'lara dayanıyor!! Ötmeyin çok fazla!!


Wilma denen öğrenci organizasyonundan bahsetmiştim. Bunlar arada Almanya dışına da gezi düzenliyorlar. Bu gezilerden önce de mail atıyorlar işte mail gruplarına. Bu gezilerde mutlaka diyorlar, AB üyesi olmayan ülke vatandaşları ya Şengen vizelerini ya da oturma izinlerini yanında getirsin. Sonra parantez içinde şöyle bir açıklama: (örneğin Türkler gibi)!!! Ya yani bunun Japonu var, Çinlisi var, Iraklısı var, yani niye Türkler?? Bunca yıl ne güzel yaşıyoruz ülkenizde, en pis işlerinizi yapıyoruz, patates ve domuzdan başka yemek bilmediğiniz mutfağınıza döneri soktuk, her gün kimbilir kaç ton yiyorsunuz daa yani niye Türkler???? Hayır yazmakla kalsalar iyi, gördükleri zaman da hatırlatıyorlar. Bugün Polonya sınırında Görlitz diye bir yere gideceğiz, sabah buluştuk, sordu bana Wilma'cı, ön saçı uzun, arkası kısa çocuk, oturma iznini getirdin mi diye. Zaten beni de o kıllandırmıştı, oturma izniyle gidilemeyebilirmiş AB ülkelerine filan diye!!

Neyse Görlitz için Leipzig'den bindik trene! Oturcaz bir yere. Trenlerde böyle dörtlü koltuklar var, arkadaşlarına sohbet ede ede gitmek istersen onlara bir güzel kurulabilirsin. Ben de gözüme kestirdim bir koltuk, ispanyol arkadaş ile oturduk. Karşımda bir kadın, sonra sohbet açıldı, anaokulu öğretmeniymiş filan. Ben bir Alman buldum bırakmayayım dedim, işte Türkiye'nin AB'ye üyeliğine nasıl bakıyor Almanlar diye sordum. Çoğunluk için fark etmiyor da, yani gelirseniz ben işsiz kalırsam babam işsiz kalırsa filan gibi bir şeyler söyledi. İkinci korku işsizlik!! Biz Türkler süper kalifiyeyiz ya, gelcez işlerini ellerinden alcaz :PP Dil bilmeyiz etmeyiz, ne konuşuyon teyze sen?? İşsizlik rekorları kıran İspanyollardan da korktunuz deli gibi, bi bok olmadı...

Görlitz, Polonya ile Almanya arasında kalmış küçük bir şehir. Şehir, nehir ile birbirinden ayrılıyor, bir yakası Almanya bir yakası Polonya. Köprüyle karşıya geçiyorsunuz. İşte bugün de karşı tarafa geçtik, Polonya topraklarına ayak bastık, çooook kısa bir tur atıp Almanya tarafına geri döndük. Böylelikle oturma iznimle Almanya toprakları dışına ilk seyahatimi yapmış oldum. Hatta şöyle girip girip çıksaydım keşke :PP

Bizim bu Wilma gezilerinde klasik yaptığımız şey döner yemek! Şimdiye kadar döner olmayan kasaba şehir görmedim. Görlitz'de de bulduk. Bir güzel mideye indirdik, Türk abiyle de muhabbet ettim, sordum oturma izni niye bu kadar zor filan diye. Schröder zamanında daha rahattı, Merkel döneminde çok zorluk çıkarıyorlar yabancılara dedi. Abi bize para ödetmedi, benim ispanyol dumur!! :PP



Benim bu yabancı arkadaşlar Türkiye'nin AB'ye üyeliğiyle ilgili sorduğunda en çok üzerine basarak söylediğim şey, AB sürecine ihtiyacımız olduğu. Biz bir yerine getirelim şu Maastricht kriterlerini, acquis communataire'i, ya da ne bileyim otu boku püsürü bir halledelim, sonra almayın kardeşim, almazsanız almayın. Çok da!!

Zaten siz sonra yalvarcaksınız bize, nolur Türkiye'ye üye olalım diye, Türkiye bizi al!! Biz de diyeceğiz yok kriterlerimiz var: öncelikle insanlık öğrenin, yaşlısına yabancısına çocuklusuna yardım etmeyi, arkadaş olmayı, paylaşmayı, çay kahve yemek ısmarlamayı, trenlerde dört kişilik koltuklara birine çanta, birine palto koyup tek kişi yayılmamayı, içtiğiniz içkilerin şişelerini yolda kaldırımda kırmamayı, kıçınızı taharet musluğuyla yıkamayı (buna çok gülüyorum kihkihi) bir öğrenin, sonra biz düşünürüz. Hatta Müslüman olalım nooluuur diyeceksiniz de, biz yok kardeş diycez.


Dünya değişiyor, belli mi olur :D