Ben burada ne yapıyorum

Bilen var bilmeyen var, bir anlatayım dedim burada ne yaptığımı, hayatın nasıl geçtiğini.

Üç haftalık yoğun dil ve oryantasyon kursundan sonra Almanca kursları başladı. Sömestre sonuna kadar, yani 5 Şubat'a kadar sürecek. Haftanın iki günü gidiyorum, toplam 4,5 saat kurs alıyorum. Pazartesi iki tane konuşma kursum, salı günü de gramer kursum var. Am bu kursların ne kadar sıkıcı olduğunu size anlatamam. Bu tarz kursları keyifli geçmesi tamamen hocaya bağlı. Benim şanssızlığıma sıkıcılar düştü. Hele bir tane var, domuz burunlu yaşlı bir hoca. Tema veriyor konuşmak için, hadi konuşun birbirinizle diyor. Nasıl yani? Zaten biz konuşuyoruz dışarıda da, buraya niçin geldik? Bir konu var mesala, onunla ilgili cümle kurulacak, sırayla herkese kurduruyor. Ortada diyalog filan yok, monolog.

Yoğun kurslar da vardı ama tezime vakit ayıramam diye almadım.

Tezim. En çok kafamı kurcalayan konu. Omarcığım konusunu merak ettiği için yazayım dedim: Sosyal medyanın (Facebook, Youtube, Twitter vs.) gençler üzerindeki sosyal ve kültürel etkilerini inceleyeceğim. Herkes haldır haldır Avrupa'nın dört bir yanını gezerken, ben kafayı tezime takmış bulunuyorum. Fazla da vaktim yok, Noel tatiline iki ay kaldı. Sonra da Ocak var. 5 Şubatta zaten okul tatile giriyor. Topu topu 3 ay. Bir ne yapacağımı anlayabilsem gerisi gelecek de, ben araştırdıkça kafam karışıyor. İstanbul'a dönünce de yaparım o sorun değil de, dönmeden önce burada anket çalışması yapmam lazım.

İletişim Fakültesinde bu konuda bana yardımcı olacak kimse yok. Erasmus koordinatörü beni hoca ile görüştürmedi. Sen buraya tez için gelen ilk öğrencisin dedi. Ve hiçbir konuda bir fikri yok kadının. Neyse belki tezime, araştırmama yardımcı olur diye okulda bir derse gireyim dedim. "Yeni medya" konulu. Ders alma zorunluluğum yok, ama burda bir giriyorsanız hep gireceksiniz. Ayıp olurmuş aksi türlü, başka öğrencilerin yerini alırmış gibi olurmuş. Herkesin ne kadar inek olduğundan bahsetmiştim daha önce. Neyse giriyorum ben de işte.

Geri kalan zamanı ise odada, kütüphanede, orda burda geçiriyorum. Hafta sonları bir yerlere gidiyoruz. Bu hafta sonu Berlin'e gideceğiz örneğin. Arkadaşlar güzel, hepsi iyi çocuklar.

Ev arkadaşım var Monja, Alman kendisi. Müzik okulunda okuyor. Şarkı söylüyor, opera söylüyor. Sevimli, yardımcı bir kız. Biraz pasaklı sadece. Eh idare ediyorum, daha kötülerini duydum. Zaten hafta sonları olmuyor, genelde bana kalıyor burası. Hafta sonu evine gidiyor, bir Bremen'e bir Hamburg'a. Bir haftadır yok mesala. Yalnızım.

Arada bisiklete biniyorum, arada arkadaki ormanda koşuyorum. Spor yüksek okulunun yüzme ve masa tenisi buluşmaları var, onlara gitmeyi planlıyorum. Ayrıca spor yüksek okulunda flamenko'ya yazıldım :P Daha başlamadı, haftaya başlayacak.

Böyle geçiyor işte günler. Merak ettiğiniz varsa, sorun yazayım :))

Wilma bizi seviyor!!

Leipzig'e gelen yabancı öğrenciler için Wilma diye bir öğrenci organizasyonu var. Partiler düzenliyorlar, etkinlikler yapıyorlar, her Pazartesi buluşma düzenliyorlar, hafta sonu öğrencilere yakın ve uzak yerleri gezdiriyorlar.

Bu hafta sonu Wilma ile ilk geziye katılmış bulunuyorum. Wernigerode am Harz diye bir köye gittik. Köy işte bildiğimiz. Yan yana dizili eski tip evler. Muhteşem bir kalesi var tepede. Ama kaleye çıkacak kadar vaktimiz yoktu. Köyün merkezinde kısa bir gezintiden ve öğle yemeğinden sonra dağa çıkmak üzere yola koyulduk.




Önceki trekking deneyimlerimden tecrübeliydim. Zor yürüyüşler için olan botlarımı giydim. Suya filan batar çıkarız diye yanıma yedek çorap aldım. Ama bir tane değil 3 tane!! Tedbirli olmak da bir yere kadar. Çantamın içinde bir ben eksiğim. Bir koca şişe su, sabah çayım için matara, iki sandaviç, meyveli yoğurt, armut (ay bir kilo kadar vardı sanırım bu armut. Sen niye yanına armut alırsın ki, taşırsın oralara kadar), yağmurluk ve daha bir sürü ıvır zıvır. Gördüğünüz gibi ormanda kaybolursam mahsur kalırsam bir yerde, ölmeyeyim açlıktan diye her şeyi aldım. Zaten çantamın ağırlığından yürüyemeyecek haldeydim o dağ tepeyi.

Bir yokuş bir yokuş. Kayalar ıslak, altından kayıyor. Neyse ki sevgili arkadaşım Edu halime acıdı da, çantaları değiş tokuş ettik. Pratik olmak böyle bir şey işte, adamın çantası kuş kadar hafif.

Çok keyifliydi de... Grup önde, ben en arkada. Neyse ki yine Edu beni yalnız bırakmadı. Çünkü grup bir ilerledi mi, görmenize imkan yok, yollar keskin, arkasından koşmanız lazım. Neyse ki her yol ayrımında bekliyorlar. Beni tabi ki, kimi bekleyecekler. Haa bir de fotoğraf çekenleri. Şu turistlere hastayım. Ağaç görsünler fotoğraf, ot görsünler fotoğraf. Hiç mi yok sizin oralarda diyesim geliyor.

Tepeyi çıktık, çıktık. Sonunda bizi bir cafe bekliyor. Çaylarımızı yudumlayacağız. Öyle heyecanla çıktık yani. Cafeye vardığımızda grup içeri girmemiş, Edu ile beni bekliyorlar. Wilma'dan bir arkadaş geldi naptınız filan diye. Hemen arkasında bizim elinde fotoğraf makineli turist kızlardan biri demez mi "Şarkı söyletecek miyiz onlara" diye. (Şarkı olayını şöyle anlatayayım. Buluşma yerine geç kalanlar kısa bir şarkı söylüyor.) Ulan allahın dallaması ne şarkısı!! Zaten anam ağlamış buraya çıkana kadar. Size yetişeceğim diye. Ortada geç kalma durumu yok. Aklınca biz şarkı söyleyeceğiz, bizim fotoğrafımızı çekecek!! Ay çok komik çok çocuk bunlar. Öldürecekler beni gülmekten.

Tepenin sonunda bizi bekleyen manzara









Bir grup çoktan içeri girmiş çaylarını yudumlamaya başlamıştı. Tam oturalım dedik, yine Wilma'dan bir ses "Fazla vaktimiz yok, gitmemiz gerek" Daha yeni gelmiştik!!! Bir şey içemeden tekrar yola koyulduk. Dönüş yolu bu kez daha düz ve engebesiz bir yol. Biraz daha uzun ama çok rahat.

Ormanın bitiminde bizi şehre götürecek trenin duracağı istasyona geldik. Orada beklerken yine bizim turistlerden biri nasılsın diye bana sordu. Ben de yoruldum dedim. Nasıl yorulursun diye tekrar anlamsız bir soru sordu, sanki yorulacak bir şey yapmamışız gibi. Allahım öldürecek beni bunlar. Valla dağ tepe dolaşmaktan, parti parti gezmekten 10 yıl erken yaşlanacağım. Gençsiniz tabi, keçi gibi tırmanıyorsunuz. Ah nerde eski günlerim. Yaştan değil de, yaşla birlikte kilo da her yıl bir artınca böyle oluyorsunuz :))

Sonunda tren geldi. Tren bildiğimiz korku filmi treni. Kömürle çalıştığı için dumanlar filan çıkıyor her tarafından. Gece görsem korkumdan ölürüm yemin ederim.













Sonunda istasyona geldik. Bizi evimize götürecek trene cümbür cemaat doluştuk. Sızdım bir ara. Güzeldi...

30'lar Kulübü

30 yaşıma Almanya'da giriyorum. Yoksa 31 mi demeliyim. Ay bu hep bir muammadır ortaokul yıllarından beri. Nasıl beni sinir etmişlerdi. 12 yaşındaydım ortaokula başladığımda. Yok aslında 10 yaşındaymışım. Doğduğunda 1 yaşında mı olurmuş insan. Bir de sene sonuna doğru doğmuşum zaten, bir yıl da oradan kaybediyormuşum falan filan. 30 olunca artık bir önemi kalmadı tabi bu hesapların :PP Neyse ki yaşımı çok göstermiyorum da yırtıyorum.

Geçenlerde Opera'ya gittik. Genç kart var, öğrencilere verilen. İnanılmaz indirimli opera izleyebiliyorsunuz. Bir kere gitseniz bile kara geçiyorsunuz, genç kartı aldığınız için. Kasadaki kadın size veriyim dedi, ben fark ettim ki, 27 yaşına kadar geçerliymiş. Söylemez olaydım, 30 yaşındayım ben dedim. Kadında bir şaşkınlık, "aaa var mısınız o kadar?" Sanki pasaportuma bakacak, söylemesene yaşını. Aynı dallamalığı geçen gün müze girişinde de yaptım. Bilet alırken direkt sordu kadın, kaç yaşındasınız diye. Salak gibi 30 dedim, ve indirimden yararlanamadım tabi ki. Yok öğrenciyim filan fayda etmedi. Bundan sonra nereye gidersem gideyim 25'im ben diyeceğim. Öğrenci kimliğinde de yazmıyor nasıl olsa :P

Görünüşte göstermesem de ruhum mu yaşlanıyor nedir. Eskisi gibi değilim. Buradaki tüm Erasmus öğrencilerinin ortalama yaşı 20 civarı. Her gece bir eğlence, bir parti, bir koşturmaca. Erasmus'un şanına yakışır bir eğlenme. Takip edemez oldum partileri. Gittiklerimden de bir şey anlamıyorum ya o ayrı. Kimseyi bulamıyorsunuz, şöyle karşılıklı dans edecek, herkes kendi kafasına göre takılıyor. Erkekler bir kız tavlama derdinde. Kızlar desen erkeklerin ağzına düşecek, saçlarıyla oynaya oynaya erkek tavlıyorlar. Çok zor olmuyor tabi bu durumda iki taraf için de. Bir öpüşen çifti ertesi gün birlikte görmeyebiliyorum. Yine Erasmus şanına yakışır bir davranış. Artık bunlar batmaya başlıyor tabi. Malum yaş 30 :P

Müzikler hoşuma gitmiyor. Hoş burada iyi müzik çalan bir yere daha rastlayamadım. Kulüplerde dans müzikleri bir acayip. Zorla dans ettiriyor insana. Dün akşam doğum günümde farklı bir şey yapalım dedik. Canlı blues çalınan bir yere gittik. Yaşlı amcalar blues çalıyor. Onları dinleyenlerin ortalama yaşı 40. Benimkilerin pek hoşuna gittiğini söyleyemeyeceğim. Neyse ki Ebru Ablaların hatırına katlandılar. Bir daha hayatta kimseyi götüremem Tonelli's e.

30 yaş dedin mi, kafamda hep Sex and the City's in aptal karıları gibi buluşan, dedikodu yapan, erkek arkadaşlarıyla maceralarını anlatan kadın profili geliyor aklıma. Allahım neyse ki böyle kadın arkadaşlarım yok ki, yırtıyorum. O Sex and the City's musibetine bir kez rastladım. Böyle rezil bir dizi daha izlemedim hayatımda. Senaryoda bir bok yok bir kere. 30'unu geçmiş daha kapağı hiçbir erkeğe atamamış olmanın ezikliğini yaşayan, "biz kendimize yeteriz" havalarında kadınlar barda buluşup şarkı söylüyordu, izlediğim bölümde. Bizim sarışın ünlü hatun, sevdiği erkeği nişanlısıyla limoya binerken görüyordu, sonra erkek limodan inip kadının yanına geliyordu, kısa bir konuşmadan sonra kadın "zaten sen beni hiç anlayamadın" gibi saçma sapan bir laf ederek lafı gediğine koyduğunu zannedip sırıtık bir suratla uzaklaşıyordu. Allahım kim yazdı bu deli saçması senaryoyu, kim çekti bu diziyi böyle?? 30 yaşlarını devirmiş kadınlara biraz umut verme, aslında siz hala güzelsiniz, hala sizde iş var diyor Amerika dünyaya. Sonra gelsin yüz kırışıklığını giderici kremler, bilmem kaç yaş gençleştiren sihirli makyaj malzemeleri, parfüm reklamlarında boy gösteren sarışın baş karakter... Hele filmi de çekildi ya, kadınlar akın akın gitti izlemeye. Gerizekalı sarışın, erkeğini artık elde etmenin gururuyla sırıtık bir biçimde gelinlikler içinde. Allahım gözüme çarpmaz olaydı. Bir kadın bu kadar aşağılanabilir mi?... Çevremde hiç böyle kadın olmasın lütfen. Sex and the City's in yalan hayatını yaşayanlar uzak dursun benden.

30 deyince kimsenin aklına eminim, Almanya'da Erasmus öğrenciliği yapan biri gelmiyordur. :P Ama ben mutluyum burada olmaktan. Sıkıntılarım bile nasıl bir tercih yaptığımı, ileride hayatla ilgili nasıl tercihler yapacağımı, nasıl bir kültürden geldiğimi, kendi memleketimde nelere artık daha hoşgörüyle yaklaşmam gerektiğini gösteriyor bana... Bu konulara daha sonraki yazılarımda değineceğim... Leipzig güzel, hayat güzel, 30 güzel...

Allahım çok korkuyorum :P

Almanya'da korkuyorum ben. Kendime yeni yeni korkular geliştirdim. Yalnız olduğumdan mıdır nedir, sürekli bir korku halindeyim. İşte korkularım. İyi eğlenceler :)

- Orta yaş ve üstü kadınlardan çok korkuyorum. Şimdiye kadar herhangi kötü bir deneyim yaşamadım, yaşamamak için de elimden geleni yapıyorum. Biraz size bu kadınlardan bahsedeyim. Genelde korktuklarım çalışanlar oluyor. Bizdeki gibi giyim mağazalarında, marketlerde, restoranlarda gençler çalışmıyor, bu kadınlar çalışıyor. Genelde 80'lerden kalma saç modeli ve saçları var. Annemize filan benzemiyorlar. Ve tabi ki hiç modern giyinmiyorlar. Bir gün azar yiyeceğim diye çok korkuyorum. Giyinme kabinine giriyorum örneğin. Denediklerimi asla orada bırakmıyorum, hatta kabin dışındaki askılara da asmıyorum. Gidiyorum, kat yerlerinden katlıyorum, aldığım yere güzelce yerleştiriyorum. Yeter ki beni azarlamasınlar. Allahım nolur !!

- Gece sokakta tilki gördük. Evet yanlış duymadınız tilki. Dağdan inmiştir diyeceksiniz. Yok burada dağ da yok, park bahçe var. Peki bu hayvan gündüz nerede?! Park bahçede. Ve öyle gecenin bir yarısı salına salına dolaşıyor, insanlardan korktuğunu hiç sanmıyorum. Aslında uzaktan bakmak bu hayvana gayet sevimliydi. Yalnız değildim o sırada. Ama her gece yalnız eve dönerken filan aklıma bu hayvan geliyor. Bir de yurda giden arka bir yol daha var. Bazen tramvaydan inince burayı kullanıyorum. Bu yolun bir yanı ağaçlık. Sürekli hışır hışır bir sesler. Tilkiyi de gördükten sonra Shyamalan'ın filmlerindeki gibi bir yaratığın çalıların ağaçların arasından atlamasında çok korkuyorum. Allahım bana akıl sağlığı ver. Amin!!

- Punklardan korkuyorum. Yaw punk modası geçmedi mi? Bu adamlar ne diye saçlarını boyar, diker, tuhaf giyinir anlamıyorum. Gothik diye de bi şey var, bunlar da siyah giyiniyor tamamen. Ama ikisi aynı şey mi anlamadım: punk ve gothik. Aynı da olabilir, farklı da olabilir. Neyse gayet korkutucu olduklarını söyleyebilirim. Bir gece tramvayda geliyoruz Gökhan'la (Erasmus yoldaşım). Bunlar bindi. Allahım nasıl tırstım. Hele birinin yüzü ve gözü beyazdı. Yani böyle bir şeyle karşılaşınca gecenin bir yarısı naparsınız?? Gökhan da tutturdu, fotoğraflarını çekicem diye. Öyle uzakta değiller, dibimizde. Allahının seversen çekme diye yalvardım ama fayda etmedi. Çekti telefondan çaktırmadan. Neyse atlattık. Meğersi o gece gothik gecesiymiş, hepsi sokaktaymış, partideymiş filan. Neyse ben bu tarzı pek anlamadım. Yaw bunlar kedi de kesiyorlar mı, yani var mı satanistlikle bi ilgisi bu gotikliğin? Neyse ki burda hiç sokak kedisi yok. Yarabbi şükür!!

- Bir şeyi yanlış yapmaktan korkuyorum. Yani bunu anlatmak zor biraz. Ne bileyim yanlış soru sormaktan, tuhaf soru sormaktan filan. Mağazada bir şey düşürmekten. Yapmamam gereken bir şeyi yapmaktan. Ne bileyim bir sürü şey sayabilirim bu maddenin altına. Her yeni yapacağım bir şey beni heyecanlandırıyor, acaba becerebilecek miyim diyorum :PP

Bir gün yüzmeye gidiyim dedim örneğin. Kimseyi bulamadım görevli. En sonunda hizmetli gibi biri vardı, ona sordum büro nerde filan diye, üyelik şartlarını öğreniyim dedi. "Büroyu napıcaksın dedi" Nasıl yani?? Sorucam dedim. Bugün kapalıyız, açık olan zamanda gel dedi (Bu açılış saatlerini komikliğinden bahsetmiştim) Sonra tekrar gittim. Bu hizmetli var yine. Başka kimse yok havuzda!! Nasıl üye olunuyor dedim, aylık mı nedir dedim. Sen ne kadar istiyorsan o kadar ne bileyim filan dedi. Bir de lanet bir kadın. Meğersi havuza isteyen gidiyormuş, parasını verip giriyormuş, öyle üyelik felan yok yani. Nasıl küçük olduğunu, içinde en az 30 kişinin yüzmeye çalıştığını söylemeden geçemeyeceğim. Bone ve duş zorunluluğu yok. Hastalık kapmaktan korktum, 20 dakka sonra kendimi dışarı attım.

Mensa (yemekhane) kartları var manyetik. İçine para dolduruyosunuz, yemek aldıktan sonra okutuyorsunuz. Ben kartı okutucuya her zaman düzgün yerleştirmeye çalışıyorum. Halbuki nasıl yerleştirirsen yerleştir, okunuyor :)) Kasiyerin biri en sonunda "ön arka ters fark etmez" dedi, gülerek. Neyse ki herkes çok anlayışlı. Yarabbi şükür!! Mensa'da elimdeki tepsiyi yere düşürmekten korktuğumu da ayrıca eklemeliyim :PP

Şimdilik aklıma bunlar geliyor. Ben korktukça yazarım :P Siz takip edin.

Alman tuhaflıkları

Uzun bir liste hazırlıyordum Alman tuhaflıklarını yazmak için. Geldiğimden beri gözüme çarpan tuhaflıklar. İyi eğlenceler :P

- Gürültülü sümkürmek: Yeni bir bilgi değil bu tabi ki. Küçüklüğümüzden beri biliriz neredeyse. Karşılaştığımız turistlerin yaz kış gürültülü bir biçimde sümkürmesine anlam veremiyorduk. Alman kültürünün bir parçası diyerek kabullendik. Ama ben burada kabullenemiyorum açıkçası. Hala sessizce sümkürmeye devam ediyorum. Bu işi sessiz yapmak varken, niye gürültüyle yaparsın ki? Bunun açıklaması ne olabilir? Tamamıyla kaba ve anlamsız bir davranış. Bir de bizi Avrupa Birliği'ne almıyorlar, hıh?!? Biz de onları kibar medeniyetler topluluğuna almıyoruz :PP

- Öfnungszeiten (açılış saatleri): Almanların bu açılış saatlerine hastayım. Aynı zamanda çalışma saati de anlamına geliyor. Aslında çalışıyorlar ama kamuya hizmete gelince bir açılış ve çalışma saati var. Hafta için her gün sabah 9 akşam 18 olduğunu zannediyorsanız yanılıyorsunuz. Örneğin Erasmus öğrencileriyle ilgilenen birim Salı 13.00-17.00 Cuma 09.00-13.00 arası açık. Ya da belediye her gün 18.00 e kadar açıkken, bir gün nedense 16.00'ya kadar, bir başka gün 20.00 ye kadar çalışıyor. Deutsche Bank haftanın bir günü kapalı. İçeride çalışıyorlar mı merak ediyorum. Bazı yerlere çalışma saatleri dışında gidip, nasıl olsa bir şekilde girerim diye bir Türk mantığı yürütürseniz yine büyük bir yanılgıya düşersiniz. Çünkü orada değiller, ayrıca çalıştıkları bir başka ofis daha var. Erasmus birimi öyle mesala. O ofis nerede hiçbir fikrim yok. Bu çalışma saatlerini kaçırırsanız, işiniz haftaya kalıyor. Türkiye'de bazı işlerin çok daha kolay yürüdüğünü düşünmeye başladım.

- Randevu: Bazı yerlere çalışma saatleri içinde gitmek de yetmiyor. Gitmeden önce randevu almanız gerekiyor. Mesala Deutsche Bank'ta hesap açtırmak için randevu veriyorlar.?!? Dolayısıyla iki kez gidiyorsunuz; bir randevu almak için bir de randevuya. Üniversite hocalarını öyle ben geldim diye çat kapı ziyaret edemiyorsunuz. Önceden mail atıp randevu almanız gerekiyor. Her öğrenciye yanıt veriyorlar mı meçhul. Bizim hocalar sınavdan sınava öğrenci görüyor, buradaki öğrencilerin resmen inek olduğunu, derslerde yer bulunmadığını söyleyebilirim. Bunlar sadece duyduklarım. Henüz bir tecrübe yaşamadım :PP

- Evrak, parola vs. işleri: Daha ilk ayda internete girmek için iki parola verdiler. Biri belli bir zamana kadar, diğeri o tarihten sonra kullanım için. Neden??!??? Hiçbir açıklaması yok, öyle. Ayrıca her yerde farklı numara, farklı password, kullanıcı adı, zamazingo vs. Kütüphane arşivine girmek için başka login, bilgisayar odasını kullanmak için başka. İnternetten sınav sonucunu öğrenmek için tek kullanımlık şifreler. Allahım insan kafayı yer burda!! Neyse ki master öğrencisiyim.

- Sandalyeleri sıraların üzerine çıkarmak: Bu işe de bir türlü anlam veremiyorum. Derse geliyorsunuz, sandalyeler sıraların üzerinde. İndiriyorsunuz. Ders bitiyor, sandalyeleri sıraların üzerine çıkarıyorsunuz. He okul bitiyor, temizlikçiler gelcek, o yüzden diye düşünüyorsanız yine yanılıyorsunuz. Sizden sonra başka bir sınıfın dersi daha başlıyor. Onlar da sandalyeleri tekrar indiriyor, ders bitince tekrar çıkarıyor. Almanlar kol kuvvetini mi geliştirmek için bulmuş bu egzersizi anlamadım. Yerde duran toz, saç da havaya her seferinde dağılıyor o ayrı.

- Çocuk sahipliği: Gencecik çocuklar ya hamile ya çocuk arabalarıyla geziyorlar. Alman devleti çocuk sahibi olan ailelere 500 euro gibi bir para veriyormuş. Ama bu kadarı da fazla. Yazık çok üzülüyorum. Bir de o çocuklar upuzun eşarplarla "anne kucağı" yapılarak taşınıyor. Ay düşüverecek çocuk?!!! diye yüreğim ağzımda.

Şimdilik aklıma gelenler bunlar. Yaşadıkça ekleme yaparım :PP

Leipzig... Leipzig...




Leipzig... Leipzig... ya da Almanya... Almanya... mı demeliyim? Burası Amanya'nın bir sureti mi? Yoksa tamamen kendine has dokusu ve havası olan bir şehir mi henüz anlayamadım. Daha önce ve şimdi başka şehirlere de gittim ve gidiyorum. İstanbul'a döndüğümde Leipzig'de mi yaşadım demeliyim, yoksa Almanya'da mı?

Şehir merkezinin hareketliliği, yeri geldiğinde sukuneti, parkları, kiliseleri, yolları, eğlencesi, pasajları, başka hiçbir yere benzemiyor. Başka bir yere gittik mi, bizim Leipzig daha güzel diyoruz. Her seferinde buraya dönüğümde sanki evime gelmiş gibi oluyorum. Hiçbir şehirde buradaki havayı bulamıyorum. Alıştım sanırım. Ve sevdim ...

Opera binası
Leipzig, Saksonya eyaletinde bulunuyor. 500 bin kişi bu şehri yaşıyor. Bu rakamın yüzde 10'u sadece öğrencilerden oluşuyor.

Şehre ayak basar basmaz sizi görkemli tren istasyonu karşılıyor. Böyle bir şehre bu kadar güzel ve büyük bir tren istasyonunun olması şaşırtmıştı açıkçası beni. Burası aynı zamanda bir alışveriş merkezi. Yemek yiyebileceğiniz restoranlar da var.

Tren istasyonundan çıkar çıkmaz, karşıya geçiyorsunuz ve şehrin merkezine adım atmış oluyoruz. Merkez, daire şeklinde ve yerleşim yerlerinin bu dairenin etrafında yayılarak genişlediğini söyleyebiliriz. Merkezde, kiliseler, restoranlar, cafeler, iki büyük alışveriş merkezi (yine birbirine yakın yerlerde ve bu kadar küçük şehirde alışveriş merkezi olması şaşırttı beni), mağazalar, müzeler, seyyar Bratwurst'çular (sosisci - Nuraycım senin için yazıyorum :)) ve hayatımda yediğim en güzel sosis bunlar) ve aklınıza gelebilecek her şey. Burası gün boyunca devamlı olarak kalabalık. Güzel havalarda çok daha güzel olduğunu söyleyebilirim. Böyle günlerde adım başı bir müzisyen görmeniz mümkün. Ve onu çevreleyen bir kalabalık. Merkez, hep gürültülü, coşkulu, kalabalık ve neşeli.

Daireden çıkar çıkmaz, sessiz sedasız bir şehir başlıyor. Tek duyduğunuz gürültü tramvay düdüğü ve neden bu kadar çok çaldığını anlayamadığım polis ve ambulans sesi. Herkes ulaşım için ya tramvayı ya bisikleti tercih ediyor. Bisikletle bu şehirde yaşamak çok daha kolay hale geliyor. Bir yerden bir yere gitmek 5-10 dakikanızı alıyor. Bisiklet demişken Leipzig'in Almanya'nın en çok bisiklet hırsızlığı yapılan şehir olduğunu söylemekte fayda var. Sabah bir uyanıyorsunuz, kapının önündeki bisiklet parkında en az bir bisikletin ya tekerleğinin, ya gövdesinin yok olduğunu görüyorsunuz. Söküp öylece götürüyorlar. Kilit fayda etmiyor.





sokak müzisyenleri muhteşem









Kibarlık Leipzig'lilere özel mi bilmiyorum. Ama Almanların bu kadar kibar olduğunu bilmezdim. Nereye giderseniz gidin herkes sizi güleryüzle karşılıyor, iyi günler, merhaba diyişlerinde hep bir tonlama var. Çok yardımcı ve anlayışlılar. Ters insanlara rastlamıyor musunuz, her zaman. Ama yine de bu insanların kibar olduğu gerçeğini değiştirmiyor.

Şehir nüfusunun önemli bir kısmını öğrencilerin oluşturduğundan bahsetmiştim. Genelde ya yurtlarda, ki yurt şartları inanılmaz rahat, ya da ev tutarak farklı öğrencilerle birlikte yaşıyorlar. Yurtlar genelde şehrin merkezinde, rahat ve ucuz. Evde kalmak biraz daha masraflı olsa da sürekli yanında ve çevrende insan olması ve sürekli dil pratiği yapabilmek güzel.

Öğrencilerin hepsi, şehrin tek üniversitesi Universitat Leipzig'de okuyor. Leipzig Üniversitesi, tam şehrin kalbinde bir üniversite. Tek bir kampüsü yok. Fakülte ve binaları şehrin dört bir yanına yayılmış durumda. Şehrin herhangi bir yerinde her an bir enstitü, fakülte veya bina ile karşılaşabilirsiniz. Ve Leipzig Üniversitesi bu yıl 600'üncü yaşını kutluyor. 600'üncü yaşında yeni bir binaya da kavuşuyor. Şehrin tam merkezinde yeni üniversite binası inşa ediliyor. 2 Aralık görkemli bir açılış bizi bekliyor :PP

Rüya gibi bir hafta

08 - 14.09.09

Sevgilimle Leipzig'de bir hafta geçirdik. Dolu dolu bir hafta. Buraya gelmeden önce yakındaki başka şehirlere de gitme gibi bir planım vardı: Berlin, Dresden. Leipzig'e adım atar atmaz bu plandan vazgeçtik. Burada yapacak o kadar çok şey var ki, zaman akıp gidiyor, hatta yetmiyor.

Vaktimizin bir kısmını odam için alışveriş yaparak geçirdik. Odada perde yoktu, perde aldık, mutfak ve temizlik malzemesi aldık. Yorgan ve yastığımı neyse ki yanımda getirmiştim. Yoksa bayağı pahalıya patlayacaktı.

Geri kalan zamanda şehri yürüyerek turladık. Emin oruçlu olduğu için çok kolay olmadı tabi. Ama otel çok merkezi olduğu için dönüp dinlenebildik.

Bir günümüzü bisikletle dolaşarak geçirdik. Bisiklet kiraladık. Burada herkes bisiklet sürüyor. Küçük büyük herkes! Bebekler bile bisikletlerin üzerinde. Bisikletlerin arkasında bebek pusetleri var. Oraya oturtuyorlar bebekleri, hatta önlerine de bir çocuk alıyorlar. Tüm aile bisiklet üzerinde yolculuk yapıyor. Bisikletlilere özel yollar var, yaya kaldırımlarının yanında. Bisikletliler için trafik ışıkları bile var.

İlk başta benim için sürmesi çok kolay olmadı. Uzun zamandır da bisiklet sürmediğim için bocaladım. Ama aşkım bana yol gösterdi. :P O hep önden gitti, ben onu takip ettim. :) Bisikletle ormana gittik, ormanda sürdük, yattık, dinlendik, güneşlendik. Clara Zetkin park gerçekten çok güzel ve devasa. Neredeyse şehrin yarısı kadar büyük. Öyle ki bir ara hiç çıkamayacağız zannettim. Neyse ki burada harita ile yol bulmak çok kolay.

Geri kalan zamanda yedik, yattık, dinlendik. Şehirde görülmesi gereken önemli yerleri gördük. Hatta bir haftada hepsini görmediğimizi, çok önemli yerleri ıskaladığımızı, dibimizdeki barlar sokağını fark etmediğimizi Emin gittikten sonra fark ettim.

Ayrılık vakti tabi ki çabuk geldi. :(( Emin'i uğurlamak çok zor oldu benim için. Çok kötü oldum. Bir hafta kendime gelemedim. Ağladım :((

Neyse ki kurs çabuk başladı da, biraz olsun kendimi yalnız hissetmedim.


Clara Zetkin park'ta bisiklet sürdük :)

Leipzig günlüğüm başlıyor

Aslında yazma konusunda çok isteksiz olduğumu söyleyebilirim. İlk önce kendimden haberler vermek üzere kurdum bu blogu tabi ki. Hatta istanbuldayken yazdım. Ama buraya gelince elim bir türlü klavyeye gitmedi. Şimdi canım Gülşah'ımın hatırlatmasıyla Leipzig'teki ilk sayfayı açıyorum.

08.09.2009
Leipzig, Berlin'in kuzeyinde, Berlin'e trenle bir saat uzaklıkta bir şehir. Bizim Anadolu yakasından Avrupa yakasına geçmemizden daha kısa sürüyor demeyin, trenler müthiş hızlı. Bizdeki hızlı trene hiç binmedim ama Ankara'nın 5,5 saat sürdüğünü biliyorum. Komik yani.

Leipzig'e İstanbul'dan direkt uçuş yok. Sadece Antalya'dan Pegasus'un var. Biz de Berlin'e uçtuk. Biz Emin ve ben oluyoruz. Dil ve oryantasyon kursu başlamadan bir hafta birlikte tatil yapacaktık.

Berlin Tegel havalimanına indik. Havalimanı gerçekten küçük mü, yoksa indiğimiz yer küçük bir bölümü mü gerçekten anlamadım. İndiğimiz yerde yerdeyse hiçbir şey yoktu. Pasaport kontrolü benim için çok rahattı da Emin biraz soru yağmuruna tutuldu.

Niyetimiz araba kiralayıp Leipzig'e gitmek. Araç kiralamak için tüm şirketlerin olduğu başka bir yer var hemen havalimanının yanında, oraya gittik. Ne yazık ki hiç kimsenin elinde hiç araç yoktu. Tek çare tren istasyonuna gitmek. Taksiye atladık hemen, taksici tabi ki Türk. Bizi Berlin Hauptbahnhof'a bıraktı. Tren istasyonu, havalimanından daha büyük :P

Sırada bilet almak var. Bilet alacağımız büroyu bulana kadar biraz zorlandık. Sonunda bulduk. Evet biletleri alıyorum, ilk Almanca cümlem: "BURADA BİLET SATILIYOR MU?" Kadın bana gülerek "Tabi ki, kesinlikle bilet satıyoruz" diye cevap verdi. Neredeyse hiç Almanca hatırlamıyorum ama kadının her dediğini anladım ve derdimi de anlattım. Birinci sınıf iki bilet 138 Euro tuttu. Emin Bey, Osmanlı şehzadesi olduğu için birinci sınıfta seyahat etmeyi tercih ediyor. :) İkinci sınıf bilet de çok ucuz değil tabi. Trenin burada çok pahalı olduğunu söylemeliyim. Duyduğuma göre Avrupa'nın en pahalı tren şirketi Deutsche Bahn'mış. Ama hakkını vermek lazım. Raylar altından kayıyor sanki. Tek bir ses duymuyorsun. İnanılmaz konforlu ve rahat. Birinci sınıf olduğu için değil ha, ikinci sınıf da bir o kadar rahat :)

Ve Leipzig'e vardık. Tren istasyonundan iner inmez, ... karnım acıktı :) VE ne yaptım, McDonalds da yedim. :P

Neyse garın dışına çıktık, hemen rezervasyon yaptırdığımız oteli karşımızda gördük. Otelin şehrin merkezinde olduğunu biliyordum da, bu kadar iki adım olacağını tahmin etmemiştim. Bir de haritada her yer uzakmış gibi görünüyor. Aslında çok yakın.

Otele yerleştik. Yerleştikten sonra hemen odam için başvurdum. Çünkü görüşme saat ve günleri kısıtlı. Bugün başvuramazsam perşembeyi beklemek zorunda kalacağım. Öğrenci işleri, otelin olduğu sırada. Studentenwerk Leipzig. Burada öğrencilerin ihtiyacı olabilecek her şey var. İş bulma birimi bile var. İlk ayın kirasını ve depozitoyu yatırdım. Burdan Hausmeister'a (ev sahibesi gibi bir şey) gidip anahtarımı almak kalıyor sadece. Ama o kadar yorgunduk ki, gidemedik ve günü Leipzig merkezi dolaşarak kapattık.

odamın manzarası