Buruk

Kaç zamandır plan dahilinde ve sonunda gerçekleşiyor. Sevgilim Almanya'ya geliyor. Düsseldorf'ta dalış fuarı var. Dalış bahane aslında, asıl hedef beni görmek. Bugün Murat'la birlikte vardılar, ben de akşam Monjalara börek partisi sözü vermiş olduğum için yarın sabah erkenden Düsseldorf'a hareket ediyorum.

Hazır Emin gelmişken, birkaç parça eşyamı ona veriyim, İstanbul'a götürsün dedim. Küçük bavulumu doldurdum. Sığmadı tabi göndermek istediklerim, yanına bir de torba yaptım, Emin'in minik bavuluna sığıştırırım diye.

Artık neleri giymem, nelere ihtiyacım olmaz diye bu iki çantayı doldururken, bir buruk oldum. Günlerdir bu işe kafa yorduğum için günlerdir buruğum. Leipzig'den ayrılışımın ilk somut göstergesi olduğu için... İstanbul'u, dostlarımı, ailemi çok özlüyorum, o ayrı. Ama burası başka bir yaşam oldu sanki benim için. Bir yandan alıştım, bir yandan gideceğimi bildiğim için hiçbir zaman tam anlamıyla alışamadım. Çok özledim İstanbul'u, ama Leipzig'i de şimdiden özledim. Böyle içimde bir şey, boğazımda bir düğüm yumulu. Ağlayacağım ağlayamıyorum. Gözyaşlarımı gerçek ayrılığa saklıyorum...

Bu aralar buna taktım

İranlı kabusumdan sonra, İran'ı bu kadar merak edeceğim aklımın ucundan bile geçmezdi. İlk önce yeni keşfettiğim Özlem Pansiyon http://ozlem-pansiyon.blogspot.com/ blogunda Özlem'in İran ile ilgili muhteşem videosunu izledim ve İranlı müzisyen Mohsen Namjoo ile bu vesile ile tanışmış oldum.

O gün bugündür Youtube'dan sürekli kendisini dinliyorum. O nasıl bir ses, o nasıl bir yakarıştır! Hayran oldum ve tutuldum bu adamın sesine, müziğine. Biraz isyan da sezdim ama ekşisözlük'te okuduğum "İran'da yasaklı olduğu ve Hollanda'da yaşadığı" dışında başka bir bilgi edinemedim. Birkaç şarkının sözlerini okudum, aşk temalı çoğu. Hiç öyle konser insanı olmamama, gelmiş geçmiş en iyi seslerin İstanbul konserlerini göz göre göre kaçıran biri olmama rağmen, kendisinin Avrupa'da konseri var mıdır diye bile araştırdım internetten. Hiçbir bilgiye erişemedim ama.

Acilen bir album almam lazım, zira İnternet limitim 20gb, bu kadar takık bir şekilde dinlemeye devam edersem her an bitebilir. Merak ederseniz buyrun, bu şarkının dışında Toranj'ı ve aslında hepsini öneririm.

Bu arada dün akşam Gökhan ile daldığımız hayallere bir İran seyahati ekledik. Çok da içmedik ama bakalım hatırlayabilecek miyiz. :)) O değil de Farsça mı öğrensem?

Zolf Bar Bad
http://www.youtube.com/watch?v=6rgt5hzMvCI

Let not the wind into your tresses or I will go into the wind
Let not seduction be your way or I will loose mine
Drink not with any old contender or I will drown in pain
Savor not your wine or I will turn red in sobriety
Lock not your hair or I will be locked in remorse
Twist not your hair or I will get twisted
Become not the rival's friend or I will become mad with rivalry
Feel not for others or I will cease to feel
Open your face and I won't need a flower
Stand tall and I won't need the air of heights
Paint not the town red or I will shed blood for tears
Cherish not the other's company or I will perish
Steal not the limelight or all light will leave me
Ogle not or I will melt beneath your gaze
Be kind to this poor suitor and come to my aid
For me not to appeal to the Messenger
Hafez will never turn away from...

Doğumgünü hazırlığı

Bugün Monja'nın doğumgünüydü. Yarın konserleri olduğu için çok içmeyelim, öğleden sonra bir beş çayı partisi verelim dedi. Okuldan arkadaşlarını çağıracaktık. Çoğu benim gibi Erasmus öğrencisi ya da uzun dönemli burada öğrenci. İlk başta burada yapalım dedik ama yine sandalye sorunu ortaya çıktı. Monja da bir arkadaşının evine bizi çağırdı.

Geçen gün Monja ile Eisenbahnstrasse'ye gittik. Burası Türk marketlerinin olduğu bir sokak. Ne ararsan var neredeyse. Ben de ilk kez gidiyorum. Monja hem çaydanlık ve Türk çay bardağı almak istiyor hem de Türk çayını o kadar çok seviyor ki, ona gösteriyim, öğrensin, ben döndükten sonra da alabilsin istedi. Girdiğimiz ilk bakkalda, -evet ya bakkal işte-ne güzel ya çok nostaljik oldum- aklım başımdan gitti. Monja dedi, biz doğum günlerinde sadece tatlı yeriz, dedim o zaman tuzlu bir şeyler yapayım da millet Türk işi bir şey görsün. Beş çayı doğum günü partisine ne yapabilirim diye düşünmeye başladım. Hazır üçgen şeklinde kesilmiş yufkaları gördüm, sigara böreği yaparım dedim, aldım, Pınar beyaz peynir gördüm aldım. Maydanozlar boylu poslu ve muhteşemdi, her halukarda bir şeylere katarım dedim aldım. Leblebi aldım. Tepsi tepsi baklavalar vardı, Monja ben bunları çok seviyorum dedi, ayak üstü 7-8 dilim aldık, akşama kadar bitirdik. Sonra dedi ki, doğumgünümde bana baklava getirir misin, tabi ki dedim.

Sigara böreği ve kısır yapmaya karar verdim. Dün hem baklava hem kısır malzemesi için tekrar Türk marketinin yolunu tuttum. Kısır için biber salçası, domates salçası aldım. Aklımda nar ekşisi de vardı ama hem üşendim hem de dedim ne koyarsam koyayım millete yuttururum.

Dün akşamdan beri de bir heyecan sardı beni. Ama kısırı ilk kez deneyeceğim, nasıl yapıldığı hakkında en ufak bir fikrim yok. Sigara böreği desen sadece anneme sararken yardım etmişliğim var. Hatta bir ara "ay yumurta konuluyo muydu bunlara" filan diye düşünmeye başladım. Neyse dedim illa ki yaparım ben bu sigara böreğini ama kısır nasıl olacak? Dün akşamdan bir tutam ince bulgurla deneme yapayım dedim. Bastım içine sıcak suyu ama sanki böyle sert sert oldu. Buradaki bulgurlara da pek güvenemiyorum, çünkü mesela pirinç hiçbir şekilde istediğim gibi pişmiyor. Bulgurdan şüphe ettim, en iyisi bir bilene danışayım dedim. İnterneti açtım baktım, tariflerde sanki böyle eksik anlatıyorlar. Sonra dedim anneme sorayım. Emre msn'deydi, annemi msn'ye çağırmasını istedim, her zamanki artisliğiyle çağırmadı bile. Kesin sen bilirsin anlat bakalım şu kısırı bana dedim. Emre yağda kavuracaksın önce dedi. "Ya bak Emrecim" dedim "canım kardeşim, hiçbir tarifte böyle bir şey yazmıyor, millet su koyuyor, bekletiyor, emin misin kavuracağıma?" "Üf saçmalama, salak mısın, kavurmadan olur mu, pişer mi hiç, pilav gibi yapacaksın" diye Emre bir dolu saydırdı bana. "Nar ekşisi koy dedi, nar ekşisiz hayatta olmaz, hiç yapma daha iyi" dedi. Hayda dedim, üşendim almadım bu nar ekşisini, şimdi almadan olmuyormuş dedim, çıktım baktım Rewe'ye haldır haldır nar ekşisi aradım. Millete sordum "nar sosu" diye, ne diyorsun diye baktılar bana. Sonuç olarak nar ekşisi filan yok, limon da olur dedim. Mecburen! Emre'ye güvenemediğim için, Özlem'den, Seda'nın Co'su, yardım istedim. Özlem üşenmedi sağolsun, ablasından tarifi alıp yazdı bana. Hep birlikte Emre'nin de benimle kafa bulduğu ve abla ile dalga geçtiği için taş olacağı sonucuna vardık.

Gece uyuyamadım yemin ederim. Böyle bir heyecan bir heyecan. Yetiştirebilecek miyim, becerebilecek miyim acaba diye. Sabah 9a saati kurdum. 12'den önce kalkamayan ben, pıt diye uyanıverdim. İlk önce yufkaları sardım. Ama yufkalar, bizim bildiğimiz yufkanın üç katı kalınlığında, ucu yapışmıyor bile böyle. Kesin dedim dağılacaklar. Neyse sonra kısırı ısladım ve inanamadım suyunun ayarını iyi yaptığıma, süper oldu. Malzemelerini koydum, limonladım filan mis gibi oldu. Sabahtan da benim kuzulara brunch sözü vermiştim, bir de misler gibi kahvaltı hazırladım onlara, krepler yaptım.




Doğum günü partisine gitmeden yarım saat önce sigara böreklerini kızartmaya başladım. Neyse ki dağılmadılar ama içindeki peynirler dışarı büyük bir gürültüyle pörtlediler ve mutfakta duvar dahil her yer peynir oldu. Annem aklıma geldi. Çünkü hep derdi, az koy peynirleri diye. Hep cimrilik yapıyor diye düşünürdüm, ne güzel işte bol bol peynirli yiyelim derdim. Meğersi peynirler böyle taşmasın diye dermiş!




Sigara börekleri anında bitti. Fransızı, Hollandalısı, Norveçlisi, Almanı, Güney Afrikalısı, İsraillisi herkes bayıldı. Tarifini sordular, parmaklarını yediler. Hatta sigara böreği partisi yapalım, bize de yapmasını öğret dediler. Ben gitmeden bir sigara böreği partisi yapmaya karar verdik.

Geriye de peynire bulanmış mutfak ve bir sürü bulaşık kaldı...


Prosecco içtik. İtalyan gazlı beyaz şarap.

Sırasız düşünceler

Burada en uyuz olduğum olaylardan biri de sıra beklemek. Gayet tabi, medenice bir olay bu sıra beklemek. Türkiye'de beklemeyene uyuz olurum, çıkışırım hatta araya kaynayana. Ama burada bekleyemiyorum işte. Çünkü bu Almanlar yavaş! Mesela hani Türkiye'de bakkala girersiniz, sizden önce gelmişler vardır orada, ama bakkal abiye "abi bana iki marlbora versene ordan" diyebilirsiniz. Çünkü bakkal abi hem bir önceki müşterinin hesabını yapabilme, hem size marlbora verebilme ve parasını alıp verebilme, hatta o sırada telefonla bile konuşabilme yeteneğine sahip bir insandır. Ama burda işte o yetenekli abilerden yok. Bir dükkana girdiniz diyelim. Sizden önce insanlar var. O insanlar alacaklarını alıp, dükkandan ayrılıncaya kadar beklemek zorundasınız. Örneğin mesela kontör alacaksınız, sizden önceki telefon alıyor ve tüm detaylarını öğreniyor telefonun, bir kart kontor için bile bekliyorsunuz.

Bir gün bir mağazada, kasanın önünde bir müşteri var, ben de kasanın diğer yanında beklemeye başladım. Sonra benden sonra gelenler, kasanın öbür yanına geçtiler ve kuyruk olmaya başladı. Ben herkesten önce gelmeme rağmen, kasanın yanlış tarafında beklediğim için kasiyer beni almadı, taa sıranın en sonuna gittim.

Ezgi anlattı. Bir gün alışveriş yapmış, almış torbayı eline çıkmış dışarı. Bakmış torba yırtık, torbayı değiştirmek için tekrar geri dönmüş. Sıraya gir demişler!!

Burada bir bar var. Ne zaman gitsem barın önünde sıra var. Çünkü koca bara bir kişi, iki kişi filan bakıyor. İnsanlar da gayet "medeni" oldukları için sıraya giriyor. Bir gün girdim bekliyorum, benden önceki kişilerin önüne birileri kaynayarak alacağını aldı, ses çıkarmadılar. Sonra tam sıra bana geldi, sarhoş çocuğun teki geldi, önüme girdi, siparişini verdi. Tam o sırada ben çıkıştım. Arkamda da böyle uzun boylu yapılı abiler var, 10 kişilik filan sıra var. Çocuğa dedim, sıra var burda, sıraya girsene. "Barda sıraya girilmez" dedi, döndü kıçını. Şimdi bir Osmanlı çocuğu olarak, tepesine binmem gerekirdi, arkama baktım, kimseden çıt çıkmıyor. Çok terbiyesizsin filan dedim ve hiçbir şey almadan çıktım sıradan. Hakları yenince sesini çıkaramayan Almanların bu kadar mal olabileceklerine inanamayarak...

Yok ya, var bu millette bir mallık, henüz çözemedim. Gerçekten derinlemesine incelenmesi gereken bir toplum. Üzerlerine tez yazılır. O kadar dar görüşlüler ve at gözlüğüyle bakıyorlar ki her şeye, yeni bir şey üretmeleri, çizginin dışına çıkmaları zor. Sıra kasanın sağından olursa hep sağındadır, solundan gitmez. Sanırım onlardan istenen de bu. Çizgileri aşmamak, biri sırayı bozduğunda sorun çıkarmamak. Her şey olması gerektiği gibi. Farklı bir şeye yer yok.

Sanırım hepsi ikinci dünya savaşı travmasının sonucu. Ve daha sonra yaşadıklarının... İşte o yüzdendir belki de hep hatırlamak, bir daha yaşamamak için Nazi Almanyası ve DDR'i ağızlarına sakız etmişler. Örneğin daha çocukken, okuldayken toplama kamplarına geziler düzenleniyormuş. Aslında bu güzel bir şey ama, Monja küçük çocuklara "Sizin büyükbabalarınız yahudileri işte burada yaktı" diye söylediklerini ya da bilmiyorum, ima ettiklerini anlattı. Yaa toplama kampına niye gezi düzenlenir ki, ben bunu bile anlamakta zorluk çekiyorum, niye bu kadar çok Nazi Almanyasından ve DDR'den bahsettiklerini hiç anlamıyorum. Tamam biz de birçok şeyi konuşmuyoruz, hatta ve hatta dile getirmemiz bile yasak ama Almanlar da biraz abartıyor gibi geliyor.

İşin ilginç kısmı, Berlin Duvarını yıkan da bu millet, Soğuk Savaşı sona ermesinde itici güç olan da. O nasıl bir isyandır ki, Doğu Almanya'da daha demokratik bir hükümet ve yabancı ülkelere gitme hakkı gibi basit haklar için Leipzig'de başlayan gösteriler, iki ay boyunca her Pazartesi sürmüş, duvar yıkılana kadar. Başka şehirlerden Leipzig'e insanlar geliyormuş, her Pazartesi! Merak ediyorsanız wikipedia'da Monday demostrations diye aratabilirsiniz. Berlin Duvarını yıkan bu halk mı, sırası alınınca sesini çıkarmayan bu çocuklar kimin çocukları?


Fotoğraf kaynak: wikipedia

Sıraya girmek dedim, nereden nereye geldim. Sadece biraz şikayet etmek, kaç zamandır aklımda olanları yazmak istedim. Hassas konu dedim, çok konuşmiyim dedim ama onlar benden çok konuşuyorlar. Sosyolog değilim, siyaset bilimci değilim. Gözlemlerimde ve tespitlerimde yanılmış olabilirim. Bu yazdıklarım sadece ve sadece beni bağlar, ama görüş bildirmek serbest, hem de sıraya girmeden...

Bebekli öğrencilik

Ben bir okulda, bir üniversitede bu kadar çocuk olabileceğini aklımın ucuna bile getirmedim. Anam her yer bebe kaynıyor ya. Herkesin elinde bir çocuk arabası. Yemekhanede, girişte, çıkışta, kafede. Etrafta karnı burnunda daha yaşı kardeşimden bile küçük kızlar görüyorum. Almanlar, Asyalılar herkesin kucağında bir bebek. Mensa'da bebekler için oyun alanı var. Bu oyun alanlarının yanında bebekli anne babaların yemek yiyeceği yerler ayrılmış, gidip oraya oturamıyorsunuz boş olsa da. Etrafta afişler var, hem ebeveyn hem öğrenci nasıl olunur seminerleri vs. Merak ediyordum kaç zamandır, bu çocuklarla derslere giriyorlar mı diye. Derslere de girilebiliyormuş. Bebek ağlarsa çıkıyorsunuz ya da derste emzirebiliyorsunuz bile.

Şimdi kesin bilmiyorum tabi, tamamen gözlemlerimi, duyduklarımı yazıyorum. Leipzig Üniversitesi Almanya'da en çok çocuklu öğrencinin olduğu üniversiteymiş. Devlet de bu çocuklu öğrencileri destekliyormuş. İşte çocuk için aylık bir para alıyorsunuz, sonra yol, yemek vs. parası filan veriyorlar. Hatta ve hatta evli değilseniz hem anne hem baba ayrı ayrı alıyorlarmış bu parayı. Evlendiğinizde o kadar fazla para alamıyormuşsunuz. Duyduğuma göre boşanmak da masraflı bir iş olduğu için kimse evlenmiyormuş.

Ben bunları Almanca dersinde öğrendim. Konu Almanya'daki aile yapılarıyla ilgiliydi. Hoca böyle bir şema dağıttı, Almanyadaki aile yapılarının nasıl olduğunu gösteriyor. Geleneksel aile yapısı var tabi. Ama bir de yanında mesela "Hafta sonu ailesi", "hafta sonu birlikteliği: bu resim bir erkek bir kadının ve yanında yatağın olduğu bir resimdi!!", "patchwork ailesi", "lezbiyen aile", "gay aile", "çalışan anne baba", "çalışan anne, ev erkeği". Patchwork aile mesela, biriyle birliktesiniz ondan çocuğunuz oluyor, sonra ayrılıyorsunuz başka biriyle birlikte oluyorsunuz ondan da çocuğunuz oluyor, sonra eski eşiniz de başka birinden çocuk yapıyor, yani ortada bir sürü ana baba ve bir sürü üvey kardeşli dev bir aile var. Hafta sonu ailesi mesela erkek şehir dışında çalışıyor, sadece hafta sonu evine geliyor. Sadece kadının çalıştığı ve erkeğin ev işlerini yaptığı ve çocuklara baktığı bir aile tipi daha var. Lezbiyen ve gay aile resimlerinin yanında da iki erkeğin yanında çocuk, iki kadının yanında çocuk filan vardı! Kadınların çocukla yaşamasına izin veriliyormuş ama iki gay erkeğin çocukla yaşamasına izin verilmiyormuş. Böyle bir sürü bir sürü varyasyon işte, artık hayal dünyanızı çalıştırıp farklı varyasyonlar da düşünebilirsiniz.

Tandemimin anlattığına göre erkekler iyice şaşkın durumdaymış. Modern aile yapısı dolayısıyla aldıkları rol konusunda biraz kafaları karışıkmış. Ayrıca kadınlara yaklaşma, iletişim ve ilişki kurma konusunda buradaki erkeklerin çok pısırık olduğunu da söyledi. Telefon numarası istemekten bile korktuklarından, hatta böyle çıkarken "seni öpmeme izin verir misin" gibi gerizekalı cümleler kurduklarından, bir yerlere gitme gezme konusunda hiçbir öneri getiremediklerinden ve her şeyi kız tarafına filan bıraktıklarından bahsetti. Yalnız burası Doğu Almanya, Batı'da durum daha farklı olabilir. Ama komik yani!!

O değil de ben de hem doktoramı hem bebeyi aynı sırada çıkarabilir miyim diye düşünüyorum. Düşünsenize İstanbul Üniversitesi kampüsünde çocuk arabasıyla bir tip geziyor oradan oraya, derse giriyor filan. Neden olmasın ya neden!! :))

Yumurta kapıda

Yazıcam yazıcam diyorum kaç gündür, bir yandan ne yazsam ne yazsam diye düşünüyorum bir türlü karara sonuca varamadım. Ben de çektim klavyeyi ellerime başlıyorum işte şundan bundan bahsetmeye.

Gökyüzünden inen beyaz şey var ya, hani altıgen, biri diğerine benzemiyor, çok güzel romantik olan şey, onun fotolarını koymam Magissa (ya bi link vermeyi öğrenemedim, buraya bakın: http://kedilicadi.blogspot.com/2010/01/bugun-sinirlerime-dokunan-bloglar.html ) tarafından yasaklandı. Şimdi en azından istanbula bu beyaz şeyden yağar bu arada, onun siniri geçer, beni belki tekrar bağrına basar diye foto koymuyorum, Magissa'nın gazabından korktuğum için o beyaz şeyin ismini de geçirmemeye karar verdim.

Ayrıca hayatımızın kabus olduğunu da tekrar söylemeden geçemeyeceğim. Ana yollar yeni yeni temizlenmeye başladı. Belediye bi zahmet kıçını kaldırdı! Ara yollar hala beyaz şeyle kaplı. Bu yollara çöp arabası giremiyor bu yüzden, çöp tenekeleri doldu taşacak. Yürürken embesil gibi yürüyoruz, çünkü kumda yürür gibi aynen. Çölde miyim, Türkiye'nin doğusu mu burası, Avrupa'nın göbeği mi anlamış değilim. Şaşkınlık içindeyim gerçekten. Bizim kıytırık belediyeler bile iki gün sonra k.. mar bırakmıyo ortada.

Şu aralar pek bir motivasyon içerisindeyim. Yumurta kapıya dayandı tabi. Dönmeye az kaldı. Tezime bir sarıldım ki sormayın. Yani öyle gece gündüz çalışmıyorum tabi de yavaş yavaş o günlere de yaklaşıyorum. Bende hep böyle son dakika çalışmaları işe yarıyor. Nedense o ödevler de hep bir gece önceden gece yarısı bitirilir, çıktı alma işi de derse girmeden 5 dakika önceye sarkardı. Yok başka türlü ilham filan gelmiyor çünkü.

Bu motivasyonumun bir sebebi de daha net düşünüyor olmam sanırım. Birçok konuda. 2009 için son dileğim, 2010'da gerçekleşmesini dilediğim "if" olmadı. Kariyer hayatım ile ilgili olduğu için prensip olarak ne olduğunu da söyleyemeyeceğim. Üzgünüm :)) Ama tam onlardan teşekkür mesajı gelmeden bir gün önce iyice bir incelemiş, çok da profilime uygun olmadığını görmüş, neden istiyorum ki gibi sorular aklıma takılmıştı. Belki kendimi rahatlatmaya çalışıyorum ama bırakın da böyle tatmin olayım. Hem neden istediğimi de gayet iyi biliyorum artık. Dedim ya daha iyi düşünüyorum...

Şu önümdeki iki ay yoğun ve hızlı geçeceğe benziyor. Ocak sonunda Almanca kurs bitiyor. Ocak sonunda Emin Almanya'ya geliyor, Düsseldorf'ta dalış fuarı var. Ben de Düsseldorf'a gideceğim. Şubat başında belki burada ziyaretçilerim olabilir. Şubat sonunda da Sedamı görmeye gideceğim. Bir hafta sonra da buradan ayrılıyorum. O yüzden bir sıkışıklık var. Tezime amaaann İstanbul'da devam edersin işte diye düşünüyorum bir yandan. Ama bende hiçbir zaman işler öyle yürümüyor. Ne zaman böyle bol vaktim olsa, aman çalışmıycam bir süre yayıcam, ders çalışcam, İstanbul Film festivalini gündüz de dahil olmak üzere iki hafta boyunca izliycem, yaz da geliyor tatil de yapcam dalış da yapıcam, dalış asistanlığı hocalık için biraz kasıcam desem hep birşey çıkıyor. En son böyle planlar yaparken reddemeyeceğim bir iş teklifi almıştım. Zaten iş aramadığın zamanlarda iş geliyor seni buluyor. O yüzden ben de aramıyorum :PP Kısmet bakalım dönüşte neler olacak. :))

O değil de acayip özledim ben ya İstanbulu. Burası da çok güzel, arkadaş ortamı, yaşam vs., tadını çıkarıyorum doya doya ama ev gibisi yok ya...

Seda'm


Sedam... En küçük kardeşim...

Bugün doğdu güzelim benim. Ben yedi yaşındayken. Annem eve getirdiğinde sabahtı, tam da okula gitmek üzereydik. Annem gel kardeşine bak dedi de, aman ne görcem sonra görürüm diye çıkıp gitmiştim. Böyle bir meraksız öküzüm işte ben. :))


Şimdi bu Seda doğduğunda daha ortada isim filan yoktu. Günlerce isim düşündüler bizimkiler şu mu olsun bu mu olsun diye. Benim de ilkokul birinci sınıfta Seda diye bir arkadaşım vardı (karıştırılmasın 3. sınıftan itibaren olan ilkokul arkadaşım Seda ile bir ilgisi yoktur bu kişinin) İşte bu Seda böyle solgun benizli, mıymıy uyuz bir kızdı. Ben de dedim ki kendi kendime, şimdi annem babam isim söylüyorlar, sonra olmaz diyip yeni isme geçiyorlar, hiç adının Seda olmasını istemediğim için, söyliyim de şu ismi aradan çıksın dedim. Korktum çünkü adını Seda koyarlar da soluk benizli uyuz bi şey olur diye. Amaninn beğenmesinler mi bu Sedayı!! İşte bu yavrucağın adı o gün bugündür Seda kaldı, değiştirmeye fırsat olmadı bir türlü. Uyuzluğu değil de aynı soluk beniz yaaa, bu kadar olur!!!



Seda teyzemin kucağında, kuzenler Burcu ve Çağıl iki yanda, ben arkada

İlk gün yüzüne bakmadım ama sonra çok baktım, çok ablalık ettim, o hatırlamaz, mamasıdır, gezdirmesidir, servisten karşılamasıdır, baleye götürmesidir ööö bi sürü işte. :PP Ama abi (bi de Emremiz var) abla bir olup, klasiktir, kötülük de ettik çok, kalk su getir, şunu yap, bunu et, peşimizden gelme vs., inşallah hatırlamıyordur bunları. :) Ama valla Emre yapmıştır bunları, ben hiç hatırlamıyorum öhöm :PP O da bir dediğimizi iki etmedi yavrum. Elimizde oyuncak ettik yavrucağı. Daha bebekti de koltukta oturtmaya çalışmış, oturtunca onu orda bırakıp anneme haber vermeye içeri gitmiştik, döndüğümüzde yerdeydi. Hafif bir çatlaklık vardır kafasında, gerçi baba tarafından kalma çoğu, ama arada bi dellenmesi filan işte koltuktan düşürdüğümüz için oldu. Ya da bilmiyorum, zekası bu düşmeden sonra da fırlamış olabilir.

Bir de anlatır çok, ben hiç hatırlamıyorum. Küçükken Emre ile bunu parkta salıncağın üst demirine barfiks yapar pozisyonda bırakıp gitmişiz. Yemin billah böyle bir olay hatırlıyorsam!!! Ama diyorum işte Emre'nin işidir kesin. :D

Dedemin güzeller güzeli bahçesinde Emre, ben, Seda sanırım kiraz yiyoruz
Ama yavrucağın hiç sesi çıkmadı. Hiç yaramazlık etmedi, çok uslu bir kız oldu hep. Anamm yoksa hiç fıske yememesi bu yüzden midir ya?? Terlikle anam babam peşimizden kovaladı Emreyle bizim de, bu kız tek bir gün fıske yemedi allahım yaa!! Niye yaa!! Ne biçim adalet bu! Hala uyuzum bu duruma. Atlatamadım :(( Sanırım bu duruma uyuz olduğum için bir gün çok ağladı da yanağına dokunduruverdim, allahım sonra yüzmilyon filan pişman oldum. Bunu da atlatamadım ya, bir psikologa filan gitsem diyorum. :(

Annem hep, kıskanıyorsunuz yavrumu dedi durdu. "Ay ne kıskancaz yaa küçücük şeyi, büyüdüm ben niye kıskaniyim ki, ne alaka filan, aman sen de anne" diye söylendim durdum anama. Şimdi bile itiraf edemiycem vallahi. :D Ama ananane ana teyze sülalesine benzemeyen şu incecik vücudu, alımı, kıvır saçları, sevimliliği kıskanılmıycak gibi değil yani. Yok diyorum ya hiçbirimize benzemiyor bu, var bi bok!
İşte el bebek gül bebek büyüttük biz bunu da, hiç şımarık olmadı. Hep bildi kendini, acayip sorumlu oldu her şeye, yeri geldi kardeş oldu yeri geldi abla oldu, yeri geldi anne oldu yemekler kekler börekler yaptı bize, hasta olduğumuzda baktı. Becerikli oldu, çalışkan oldu, bak yine 98 aldım sınavdan 100 alamadım, iki puanım niye gitti diye oturdu ağladı, bir kez değil çok kez! Sadece bazen şu ağzını bıçak açmaz yaa, ona uyuzum arada ama alışıyor işte insan zamanla, o da büyüyor, konuşmayı da öğrenicek zamanla. ;)

Şimdi bu yavrucak, 85 doğumlu, bugün 25 oldu. (Artık 25e bastı mı bitirdi mi o hesaplar yoruyor beni, 2010'dan çıkar 1985'i 25 çıkıyor işte sonuç!!). Ama bana hala böyle küçük geliyor. Ben çok büyüktüm gerçi 25 iken. :PP Ama kardeş büyümüyor işte. Koynuma alıp sevesim geliyor hala. Üniversite bitirdi, psikolog oldu, nasıl yaa diyorum, daha dün çocukken nasıl bugün koskoca kadın oldun yaa. İnanamıyorum bu kadar büyüdüğüne...

Şu anda Sedam da Almanyada. Müthiş bir mücadele veriyor hayatla. Belki de hayatının en önemli tecrübesini yaşıyor. Şimdi değil belki de ileride daha tadına varacak bu tecrübenin...

Şansın bol, yolun açık olsun kuzum. Seni çok seviyorum.





"Common enemy"

İçim acıyor... Norveç'te 63 yaşında bir Türk kadın, polisin ve sağlık görevlilerinin faşizan ve ırkçı yaklaşımları sonucu hayatını kaybetti. Bilerek ve kasıtlı olarak resmen bir "cinayet" işlendi. Türkiye'de olsaydım bu haberi muhtemelen okuyup da "vah yazık" diyerek geçer ve unuturdum. Ama Avrupa'da bir "yabancı" olarak sanırım, daha çok içimi acıttı. Haberi okuduğumdan beri, iki gündür, bu olay gözlerimin önüne geliyor. Kadın ölümle yaşam arasında gidip gelirken, sağlık görevlileri tehdit edildiklerini varsayarak hiçbir şekilde müdahalede bulunmuyor ve çaresizce yardım istedikleri, polisin ise kendilerine "saldırdığını" sandıkları aile üyeleri tutuklanıyor. Ancak aile üyeleri gözaltına alındıktan sonra kadına müdahalede bulunuluyor ama artık çok geç...

Uzun zamandır ırkçılık meselesi kafamı kurcalıyor. Almanyaya gelmeden önce bu konu aklımın ucundan bile geçmedi. Çünkü Almanya burası! Tarihte yaşadıkları onca şeyden sonra en çok korktukları konulardan biri de bu olsa gerek diye düşünüyordum. Buraya geldikten sonra da yaşadığım kötü deneyimler dolayısıyla bile hiç şüpheye düşmedim, insanların terbiyesizliğine vs. ye yordum. Restoranda yemek beklerken, bir türlü gelmeyen yemeğimi sorduğumda, "Burası McDonalds değil, bekleyeceksin" cevabını aldığımda garson kızın gerizekalılığına yordum. Sosisçide nedense ekmek arası sosis almam Almanların almasından daha uzun sürüyor, üstüne üstlük parayı Almanlar gibi sosisten sonra değil sosisten önce vermek durumunda bırakılıyorum. Deutsche Bahn'da bana hizmet vermek zorunda olduğu halde, internette yazıyor oku öğren yap yaklaşımında bulunan Alman teyzenin de yabancı olduğum için değil de sadece huysuz olduğu için beni savsakladığını düşündüm (aynı hizmeti başka bir yetkiliden gayet kolay alabildim).

Nijeryalı komşumla konuşunca sanki taşlar biraz daha yerine oturmaya başladı. Bana hiç yeri yokken birkaç kez polisin kimlik kontrolüne denk geldiğini, bazı mekanlara çeşitli bahanelerle alınmadıkları gibi şeyler anlattı. Kendime bile itiraf etmekte zorlandığım "ırkçı" sıfatını çeşitli gözlem ve tecrübelerle de Almanların üzerine daha bir yakıştırmaya başladım.

Belki beyinlerinde değil bu ırkçılık ama kalplerinde. Söküp atamamışlar nefreti. Çok üzgünüm gerçekten böyle bir sonuca vardığım için ama öyleler işte. Sevmiyorlar yabancıları. Birbirlerine karşı bile çok sıcak olmadıklarını düşünürsek çok da zor değil öyle olmak. Şimdi benim de bir zamanlar, yurt dışında yaşamamış biri olarak, ahmak kestiğim gibi "ama işte Türkler de orada nasıl yaşıyor!" vb. yorumları duyar gibiyim. Bir kere bu karşılıklı bir direniş! Onlar kabul etmemekte direndikçe, siz de içinize kapanmak, sadece kendiniz gibi olanlarla birlikte olmak, kendi yaşam tarzınızı ve yaşam alanlarınızı yaratmak, haksızlığa uğradıkça uyum sağlamamak konusunda direniyorsunuz! Hiç tahmin etmezdim böyle duygular hissedeceğimi ama bizzat yaşıyorum ve hissediyorum. Nijeryalı arkadaşımın dediği gibi "common enemy"e (ortak düşman) karşı birlikte direniyoruz.

İçim acıyor... Ve sadece kınıyorum...


Avrupa'nın başka memleketlerinde de Türklerin nasıl muamelerle karşılaştıklarını, çeşitli gözlem ve deneyimleri öğrenmek isterim. Okuyan varsa, içinizden gelirse bir yazıverin yoruma...

Karda bisiklet


Kar yağdı ya, her yer bembeyaz oldu. Evet pek güzel pek romantik de, ben bu karda kışta nasıl bisiklet kullanıcam diye kara kara düşünmeye başladım. Noeldi, yılbaşıydı derken 15 gündür zaten bisiklet kullanmıyorum, çünkü öğrenci kimliğiyle tatillerde ücretsiz seyahat edilebiliyor. Ama gün geldi ki, bu gün geçtiğimiz Pazartesi oluyor, artık almanca kursuna, kütüphaneye gitmem gerekti beni böyle bir sıkıntı bastı. Çünkü kar öyle bir yağdı ki, bisikletleri gömdü resmen. Benimkisini beyaz karın altında zor seçiyor oldum.

Daha önce karda da bisiklet kullanmadım. Birkaç kere daha yağdı ama ertesi gün bir baktım her yeri temizlemişlerdi. He dedim demek Almanyada böyle, kar yağsa da kaldırımlar yollar, bisiklet yolları tertemiz oluyor, aman da ne güzel diye sevinmiştim. Bir de biz bisikletleri almadan önce Gökhan la filan taa Eylülde sorup soruşturmuştuk kışın burda bisiklet sürülür mü diye. Niye sürülmesin diye bir soruyla ve tuhaf bakışlarla karşılaştıktan sonra kesin sürülüyordur diye bir sonuca varmıştık. Gece gündüz durmadan herhalde belediye çalışıyordur karları temizlemek için diye böyle gayet iyimser düşüncelerle aldım bisikleti. Almamak için inat ettiğim ise 75 euroluk Semester ticket oldu. Bu kartla gece gündüz demeden tramvayla seyahat edebiliyorsun. Amann bisiklet aldım ne gerek var diyip almadım. Bir de ne güzel yürürüm spor yapmış olurum felan diye kendi kendime bahaneler buldum.

Pazartesi daha olmadan, hala iyimserliğimi koruyorum ben. Yılbaşıydı hafta sonuydu tabi ki çalışmaz belediye, o yüzden temizlemediler kaldırımları bisiklet yollarını diye kendi kendimi avuttum. Pazartesi bir indim, anaamm hiçbir yer temizlenmemiş. Bisiklet yolunda 10 santim kar var. Kaldırım desen o da aynı. Sadece üzerine basa basa biraz daha düzleşmiş. Bisikletime baktım, kar binmiş üzerine. Selesinin üzerinde 10 santim kar vardı, temizledim üzerini, hedefim binip gitmek. Ama yok selenin üzeri buz tutmuş. Kilit desen buz tutmuş, açılmıyor. Ay fenalık geldi, dedim tabana kuvvet. Almadım ya inat ettim şu Semester ticketi, mecburen yürüycem. Bundan sonra almak da yemiyor, baştan almadım, şimdi alırsam salaklık etmiş olurum diye. İki gündür kursadır, okuladır yürüyerek gidip geliyorum. Almanca kursu yürüyerek yaklaşık bir saat sürüyor. Okul yine yakın, 25 dakika filan sürüyor. Kar da olunca yavaşlıyorsun tabi, normalde bu mesafeleri daha kısa zamanda katediyorum.

Birkaç gündür de bisiklet sürenleri izliyorum, nerden giderler filan diye. Bisiklet yolları karla kapalı olduğu için, millet kaldırımı kullanıyor. Daha bir tane makine görmedim şu yolları temizleyen!! Sadece işçiler siyah taş döküyor. Sonra o taşlar ayakkabının aralarına filan girerek eve kadar taşınıyor.

Bugün dedim binicem ben bu bisiklete. Kilidi nefes vererek ısıttım, açmam 15 dakikamı filan aldı. Donmuş selesine de geçirdim torbayı oturdum. Başladım kaldırımdan gitmeye. Kaldırım düz olduğu için rahat gidiyorsunuz da, iyice karın yoğunlaştığı yerlerde sizden önceki bisiklet tekerleklerinin bıraktığı patikaları izlemek zorundasınız. O yoldan şaştınız mı dengenizi kaybediyorsunuz, sağa sola yalpalamaya başlıyorsunuz. Bir de kar zamanı bence şu trafik ışıklarının süresini uzatmaları lazım, çünkü karşıya geçmek için süre yetmiyor bir türlü. Ben yettiremiyorum, bazen alıyorum bisikleti elime koşarak geçiyorum. Bir de yavrucak zayıf bir şey, ne kadar abansam karda gitmeye yetmiyor gücü. İşte böyle bisiklet kullanmayı yeni öğrenen çocuk gibi o yöne bu yöne sallana sallana, birkaç kez düşmeye yakın gittim geldim öyle bugün. Ama inat ettim karda da kullanıcam ben bu mereti.

İki kar küreme makinesi alıp da doğru düzgün temizlik yapmayan, yan gelip yatan belediyeye de uyuzum ayrıca!!

Bu arada bisikletim dolayısıyla birkaç gündür çok duygusal anlar yaşıyorum. "Onu çok seviyorum ama ühüh" diye ağladım hatta dün. Bunu da sonra anlatırım :P

Her yerde kar var

Kar, yılbaşı akşamı bir yağmaya başladı, böyle sevinçten yerimden zıpaladım. Bir haftadır filan yağıyordu zaten ama eriyordu hemen. Yılbaşı akşamı böyle lapa lapa yağmaya başladı. Bir mutlu oldum bir mutlu oldum. Çünkü hep hayalimdir, herkesin hayalidir gerçi, yeni yılda kar yağması. Yoksa bu Noel hayali miydi, biz yeni yıla mı uyarlamıştık?

İşte o akşam artık böyle napsam etsem bilemedim. Tandemime mail attım napıyorsun diye, ilk önce sana geliyim sonra takılırız dedi, sonra yeni yıla 15 dakika kala merkezde meydanda buluşalım dedi, sonra bir kulübe filan gideriz dedi. İyi tamam dedim. Yeni yıla bir saat kala filan karşı komşu Nijeryalı arkadaş merkeze gidiyorum geliyor musun dedi. Birlikte tuttuk merkezin yolunu, yoldayken tandemim aradı ben yetişemiycem diye. İyi ok dedim, yattı kulüp vs. eğlence planı o zaman. Yanımdaki Nijeryalı arkadaşla konuşuyoruz, sonra dedi ben bir Afrika restoranı var oraya gidicem, sen de gel istersen dedi, iyi olur dedim.

Yeni yıla 40 dakika filan vardı. Merkeze bir indik, meydanda neredeyse kimse yok. Ben böyle kalabalık tıklık tıklım filan bekliyorum. Etrafta da çoluk çocuk böyle fişekler kız kaçıranlar filan onlardan patlatıyor. Herkesin elinde bir fişek. Fiyuuuuvvvvv fiiyuuuvv diye ortalık inliyor. Bir baktım her tarafımda bir şeyler patlıyor. Acayip tırsak bir insan olarak çığlık çığlığa Nijeryalı arkadaşa noluurr uzak bir yere gidlim diye yalvarmaya başladım. Neyse biraz daha dolaştık, yeni yıla 15 kala döndük. Meydanın en köşe yerinde, bir apartmanın köşesine sığışıverdim. İşte yeni yıla doğru sürekli havai fişekler patladı, yeni yıldan sonra da bir saat filan sürdü. Öyle havai fişek gösterisi filan yoktu, millet kendi aldığı şeyleri patlatıyor işte. Hiçbiri bir bokuma benzemiyordu. Geride kala kala duman bulutu ve çer çöp kaldı.


O havai fişek gürültüsü arasında Nijeryalı arkadaş bana restoran... rezervasyon... insanlar... gitmek istediğin başka bir yer var mı, arkadaş bizi bırakacak dedi. Ben anladım ki restorana gidiyoruz, benim de başka planım yok, ee gidelim o zaman dedim. Bir arkadaşı gelmişti arabasıyla, bindik arabaya, gidiyoruz. Sonra aaa bir baktım yurdun önüne gelmişiz, meğersi restoranda yer yokmuş, ben gürültüden anlamamışım, eve gidelim'e he evet demişim. Eve girdiğim 00.40, yattığım 01.00 filandı. Dışarıdan hala fivuuvvv fivuuvv sesleri geliyordu ve hala kar yağıyordu.

odamdan dışarı manzarası
O günden beri durmaksızın kar yağıyor. Bakıyorum yollara filan arabalar gidiyor, ama yürüyüş yolları pek temizlenmemiş. Bisiklet yolu desen kapalı. Yarın tatil bitiyor artık, açarlar mı gece diye düşünüyorum. Öyle kar yağdı mı da burada tatil filan olmazmış. Monja eksi 20'ye inerse tatil ederler dedi. Ve dedi ki uzun zamandır bu kadar kar yağmamış Almanya'da. Kaç santim oldu acaba diye merak ediyorum. Yarın mezurayla inip ölçücem. Bir de kardan adam yapmak istiyorum. Noel alışverişinde aldığım havuçlar çürüyecekler, bari bir işe yarasınlar.