Son yazı
Bizim kanalların avrupa versiyonlarında en çok reklamlar dikkatimi çekti. Bizdeki reklamlar gösterilmiyor tabi doğal olarak. Çoğunlukla avrupa'da yatırım yapan türklerin reklamları, türk marketleri reklamları, beyaz peynir, bakliyat, mobilya vs. vs. En çok dikkatimi çeken ise o kadar çok estetik ameliyat merkezi reklamı var ki, şaştım kaldım. Sonra zayıflama ilaç ot acaiberrymix gibi abuk subuk yuttum zayıfladım reklamları. Sonra Avrupanın dört bir yanındaki türk disko ve türkü evlerinin reklamları. Mesela Yıldız tilbe ve ferdi tayfur konseri vardı. Öyle konser salonu filan değil, düğün salonu benzeri yerlerde. En bomba reklamlardan biri de Doğuş ve ne üdüğü belirsiz almancı bir türk şarkıcının sunduğu gelin bize birlikte para kazanalım reklamı. Öyle bir çekmişler ki reklamı, Doğuş ekranın ortasında duruyor, öteki şarkıcı ise, güneş gözlüğü takmış böyle siyahlar giymiş biri, ekranın solunda duruyor, konuşurken de ekranın ortasına doğru kaykılıyor. Nasıl bir çekimse, hiç mi göz nizam yok anlamadım. İşte bu da herhalde üye kazandırma yoluyla para vaat eden uyanıkların kurduğu bir şirket sanırım.
Böyle kendi çapımda eğlendim. Teyzem beni bayağı bir besledi. Zaten Almanyaya geldim geleli bayağı bi kilo almıştım. Hazır yaz da geliyorken sahile inip spor yapmalı.
Ben burada kapıyorum Leipzig günlüğümü. Bir tane daha blog açayım yazayım da ismini ne koyacağıma karar veremedim. önerisi olan var mı?? :PP
kedi beni itti
Sonunda İstanbul
Odam tahmin ettiğim gibi. Bizim eşyaların yanı sıra evdeki ıvır zıvırlar da odayı işgal etmiş. Anam börekler, zeytinyağlı dolmalar yapmış. Yapacak çok şey var, biraz stres de oldum tabi. Dolap ve kütüphane alınması lazımdı. Gittik dün Eminle aldık, dolabı kurduk. Eşyaları yerleştirmeye başladım. Ama bu işler çok el oyalıyor, bir hafta filan sürer herhalde.
Okula evraklarımı teslim etmeye gittim. Bir evrağım eksik çıktı. Erasmus koordinatörü hasta olduğu için benimle ilgilenmedi ve vereceği evrağı vermemiş oldu. Ben de almadan gelmiş oldum. Yine sinir stres bende. Mail attım imzala, gönder diye. Dallama bu Almanların hepsi!!!
Eve girmek için anahtarım yoktu. Özel anahtar, öyle gidip de kopyalanamıyor. Bu duruma da uyuz oldum ayrıca. Neyse işte otu boku şu anda stres yapıyorum. Alışmam zaman alacak.
Hocamı görmeye gittim. Biraz moralim düzeldi. Bitirelim tezini hazirana kadar, sonra seni doktoraya hazırlayalım dedi. Peki dedim.
Şimdi Leipzig macerası bitti de ben bu blogu yazmayı sürdürsem mi bilemedim. Ne yazıcam, istanbul maceralarımı mı? Yazıcak elbet bi şeyler bulur muyum acep?
Karl Marx İstanbul'a yola çıktı
Neyse bugün Studentenwerk'in bir bisiklet tamircisi (Adres:Rossplatz) var. Öğrenciler oraya gelip, kendi tamirlerini kendisi yapıyor, para da ödemiyor. İşte biz de bugün Nijeryalı komşumla beraber oraya gittik. Görevli bir saat sonra gelin dedi. Bir saat bekledik, sonra gittik, dedi kendiniz yapıcaksınız. Haydaa dedik ama ne ile demonte edeceğimiz öğrendik, meğersi çekiç yetiyormuş, bizde vardı halbuki. Çekiçle pedalı çıkardık, direksiyonu çıkardık. Sonra yakında başka bir bisikletçi daha var, oraya gittik belki daha iyi bir karton buluruz diye. Gerçekten de cuk oturan bir karton vardı, aldık, eve dönüp paketledik. Komşu dedi, içine başka bir şeyler daha koyabilirsin. Dedim yorganımı koyayım, hem bisiklet içinde hareket etmemiş olur. Yorganı da koyduk, bantladık. Sonra Deutsche Post'un yolunu tuttuk.
Şimdi bu postanedeki hatunlar bana demişlerdi ki 20 kilo 45 euro, 20 kiloyu geçerse 19 euro. Maksimum boy da 1.5 metre. Bizimkinin boyu o kadar da yok. Ama bir gittik, kadın bunun boyutları uymuyor, alamayız. Nasıl uymuyor dedik, bal gibi uyuyor, bana verdiğiniz kağıtta öyle yazıyor. Yok öyle değilmiş efendim. Eni uzun gelmiş. 20 kiloyu da geçmemesi lazımmış, bizimkisi 21.6 kiloymuş alamazlarmış. Şimdi de ki di mi adam gibi, adam olan der yani, iki kiloyu çıkarın içinden, alalım. Boyutu yüzünden alamayız demeleri de yalan! Boyutu büyük olduğu için 20 euro fazladan vermek gerekiyor sadece. Yani karılar sorun çıkarmak için ellerinden geleni yaptılar, çıkardık içinden 2.5 kilo, alın böyle dedik, bal gibi de aldılar. Bir de orası aynı zamanda DHL ofisi. DHL taa eve kadar servis yapıyor gerektiğinde. Bu memur karılarında bir afra tafra. Doldurulması için form veriyorlar, doğru düzgün anlatmıyorlar neresinin doldurulacağını. Neyse ki komşu Afrikalı olmasının da getirdiği rahatlıkla bu karıların asık suratını sallamadan her işimizi yaptırdı. Benim sinirden elim ayağım titredi. Gerçekten bu Almanların kıt beynine katlanamıyorum. Neyse sonunda gönderebildik. Umarım başka bir sorun çıkmaz.
Bavullarımı sonunda doldurdum. Ama tabi birçok eşyamı da burada bırakarak, bazılarını atarak. Yarın sabah Hausmeister gelecek, anahtarı teslim edeceğim, gidip depozitomu alacağım. Tren de öğlen kalkıyor işte. Bonn'a gidiyorum, teyzemin yanına. Köln'de biraz vakit geçireceğim. Planda bir hafta sonunu Amsterdam'da geçirmek var. Param yeterse Belçika'ya uzayacağım. Hedef Brugge, ama ne olur ne biter bilmiyorum. Hele bir buradan ayrılayım da artık.
Çok soğuk bir Leipzig yazısı oldu. Aslında hüzünlüyüm az biraz.
Ayrılık hazırlıkları
Yorgan ve yastık için vakumlu torba aldım. Bizde çok pahalı da bu torbalar, burada 1.5 euroya buldum. Bir deneme yapayım dedim, sabah bıraktım, akşamı geldiğimde havası çoktan kaçmış, şişmişti torba. Aynı şeyin bavulun içinde olmasından, bavulun orta yerinden çatlamasından korkuyorum. Trende pek hoş bir görüntü olmaz sanırım. :))
Niye bu yorgan yastık götürmek için ısrar ediyorsam? Göya yanımda getirdiğim eski giysilerimi bile atacaktım. Yorganı yastığı satarım dedim, herkes öyle yapıyor burada. Ama yok ne bir şeyi atmaya içim elverdi, ne yorganımı satmaya. Nedense bu Almanların cimriliğinden tasarrufluğundan mıdır nedir, her şey pek bir kıymetli oldu. Türkiye'de ne kadar savurgan olduğumuzu, ne kadar çok tükettiğimizi, ne kadar lüks içinde yaşadığımızı anladım. Üstüne üstlük buradaki gibi geri dönüşüm filan da yapmıyoruz. Pek bir hoş hayat!!
Asıl büyük sorunum, başıma dert olan ise bisikletim oldu. Herkes gibi sen de sat di mi? Yok illa Türkiye'ye göndericem. Israrımın altında taa çocukluktan gelen bir pişmanlık yatıyor. Bana böyle eflatun rengi bir bisiklet almışlardı da, ben onunla bisiklete binmeyi öğrendikten sonra, yeni eve taşınırken, eski apartmanın bodrumunda yalnızlığa terk etmiştim. Nakliye kamyonuna girmemiş miydi, neydi, sonra gelir alırız demiştim. Bir daha da gitmedim. Hayatım boyunca pişmanlık duydum. İşte bu yüzdendir ki, üzerinde Karl Marx yazan, -niye yazdığını çözemedim, sanırım Karl Marx Stadt diye bir yer vardı, oradan alınmıştı- mavi, taaa Doğu Almanya zamanından kalma, en az 25 yaşında, burada elini sallasan herkesin altında bir tane görebileceğin, Diamant marka gözümün nuru canım bisikletimi, burada terk edemiyorum işte öyle.
Gittim sordum, Deutsche Post ile gönderiliyor. Ama paketlemek lazım ve boyunun 1.50 yi geçmemesi lazım. Paketlemek için demonte etmek lazım. Bugün Nijeryalı komşumun da yardımıyla bayağı bir söktük. Daha doğrusu o söktü ben baktım. Yok bu kadın milletinin eli tornavida işlerine filan yatkın değil. O yapmasaydı ben hayatta yapamazdım. Ben tüm vidaları elimle sökebileceğimi düşünürken, o her vida için gitti arkadaşlarından tonlarca alet aldı. Daha tam anlamıyla sökülmüş de değil, ihtiyacımız olan bir alet daha var, onunla direksiyonu sökebileceğiz. Paketlemek için de dev boyutlarda bir karton bulduk. Şimdi bizde herhangi bir eşyayı nasıl paketlersen paketle istediğin her yere gönderirsin. Ama bu Almanlar kıl, kartonda bombe görür mesela almazlar filan diye korkuyorum.
En mantıklısı uçakla benimle gelmesiydi. Spor ekipmanlarını verdiğiniz ayrı bir bölüm var çünkü ve sanırım paketlemek filan da gerekmiyor. Ama gel gör ki, bisikleti uçağa götüremiyorum. Uçağa Bonn'dan bineceğim. Buradan Bonn'a götüremiyorum. Çünkü Deutsche Bahn her trene bisikletleri almıyor. Bileti alırken sormama rağmen gerizekalı memur hangi trenle nasıl götüreceğimi söyleseydi, ben de ona göre ayarlardım her şeyi. Ama artık olan oldu. Olmadı bunu da terk edeceğim yalnızlığa, içim kan ağlayarak. :((
Leipzig öğrencileri için ipuçları
- Burada torba denen şey çok değerli. Sakın ola hor kullanmayın. Alışverişe giderken mutlaka yanınızda torba ya da çanta filan götürün. Yoksa para vermek durumunda kalırsınız.
- Pet ve cam şişelerinizi atmayın. Genelde su ve bira, şişe parası alınarak satılıyor. Dolayısıyla bu şişelere para veriyorsunuz. Kullandıktan sonra marketlerde makineler var, o makinelere atarak da paranızı geri alıyorsunuz.
- Şarap şişelerinde ücret yok. Şarap şişesi, kavanoz vs gibi bu tarz cam şişeleri de beyaz, yeşil, kahverengi olmak üzere üç ayrı cam atık kutularına atıyorsunuz. Ayrıca Almanya'da çöp ayırmak gayet meşakkatli bir iş. Organik çöp kutuları var mesela, gerçi ben hiç kullanmadım ama, buraya sadece yiyecek atıkları giriyor. Hatta bu yiyecek atıklarını koyduğunuz torbayı bile bu çöpe atmıyorsunuz, çöpün kapağını güzelce açıp içine boşaltıyorsunuz. Kağıt atıkları da yine sadece kağıt kutusuna atıyorsunuz. Bir sürü çöp bidonları var ama ben kimsenin doğru düzgün bu kurallara uyarak kullandığını görmüyorum. Ama dikkatli olun, biri fark ederse ya da şikayet edilirse ceza yersiniz.
- Ceza demişken tramvaya kaçak binmeyin. Biletinizi otomatlardan alın, tramvaya binince turuncu kutulara bastırın. Kontrol edilmez sanırsanız yanılıyorsunuz, biletsiz yakalanırsanız , 40 euro cezası var.
- Tramvay için mesela Einzelticket aldınız, 2 euro, sanırım 1.5 ya da 2 saat filan geçiyor, üzerinde yazar. Kurzstrecke bileti aldınız, bu 1.4 euro, sadece 4 durak için geçerli. Strasse des 18. oktober da mesela yurdunuz varsa, Hauptbahnhofa gitmek için kurzstrecke bilet yeterli.
- Size yurda vs. girişlerinde verdikleri kullanım talimatlarını, broşürlerini güzelce okuyun. Benim gibi, dışarıda duran bisikletin selesi çalındıktan sonra, her yurtta bisiklet odası olduğunu 5 ay sonra fark etme dallamalığını yapmayın. Bisikletleti odalara çıkarmak yasak.
- Çamaşır yıkama makinelerinde çamaşırlarınızı uzun süre bekletmeyin. Makine genelde bir saat içerisinde son buluyor. Acelesi filan oluyor, insanlar mal olabiliyor, tertemiz çamaşırlarınızı çıkarıp öyle ortada bırakabiliyorlar.
- Burada her iş, görüşme gün ve saatlerine göre yürüyor. Görüşme gün ve saatlerini bilin. Birinden randevu almak için bile dıdısının dıdısının görüşme saatini takip edip randevu için randevu alabiliyorsunuz. Ya da şöyle bir ipucu da verebilirim, görüşme saatleri dışında bir uğrayıp "ay bilmiyodum, işim de acele, bi şey sorcaktım" diyip salak turist ayağına da yatabilirsiniz. Bazen işe yarıyor, bazen yaramıyor.
- Auslanderbehörde (Yabancılar ofisi) taşındı. Prager strasse üzerinde. Hauptbahnhof ya da Augustusplatzdan 15'e binin Technishes Rathaus durağında inin. Ofis, B binasında. Yapmak istediğiniz işlemler için görevliler yardımcı oluyor.
- Bürgeramt'a ikamet kaydı için gittiğinizde Zuzugbonus'u sorun. Hala devam ediyorsa, başvurun. 50 euro bonus veriyorlar.
- Şimdi geldiniz, odanıza bir sürü şey almanız gerekecek. Tabaktır, çanaktır, çamaşır askısıdır vs. Önceki postlarımda nerede en ucuz ne var diye yazmıştım. O mağazalar gidin, fiyatları karşılaştırın. Benim gibi Rewe'de dünyanın parasını harcamayın. Migros gibi yerlere değil Bim gibi yerlere gidin. İnanın fiyatlar çok değişebiliyor. Üniversitenin hemen yan sokağına, Pfennig bir şey gibi adını bir türlü ezberleyemedim, ucuza bir dükkan daha açıldı.
- Kendinize bir spor edinin. Spor yüksek okulunda çok uygun fiyatlara inanılmaz fazla seçeneğiniz var. Online başvuru yapıyorsunuz, sonra da bankaya parayı yatırıyorsunuz. Ancak yerler hızla doluyor, bahar sömestırı için program açıklanır açıklanmaz acele davranın. http://www.hochschulsport-leipzig.de/ - internet adresi bu.
- Kendinize yabancı bir sevgili edinin. Ama sizin gibi yabancı öğrencilerle bile zor bu işler. Birçok kişinin size bir gecelik bakabileceğini aklınızdan çıkarmayın, ona göre davranın.
Benden abla tavsiyeleri bu kadar. En azından şimdilik. Kendinize iyi bakın, birbirinizi üzmeyin :P
Ezgi ve Sezgi yaza kadar burdalar. Sizlerle tanışmak isteyeceklerine eminim. Hem birçok konuda sorunuz olursa, yardımcı da olurlar. Hep birlikte toplaşıp buluşmanız için, bana mail gönderenlere Ezgi'nin mail adresini yazacağım.
Battaniye isteyen...
Birkaç kişi benimle iletişime geçti, en azından 7-8 Türk'ün burada olacağını biliyorum. :)
Yazmıştım, yurt odalarında yorgan yastık çarşap niyetine hiçbir şey yok. Sadece yatak. Dolayısıyla buradan temin etmek durumundasınız. Uçakta kilo problemi olduğu için de getirmek çok kolay olmuyor, yer kaplıyor ayrıca.
Gökhan giderken mis gibi yün battaniyesini bıraktı. Yorgan kılıfınızı geçirip yatarsınız, başka bir şeye gerek bile kalmaz, zaten önümüz bahar. Ayrıca yine temiz, yıkanmış yorgan kılıfı, çarşaf vs. de bıraktı. Eğer ilgilenen varsa, yorum bırakın, ilk yorum bırakana vereceğim. Ben giderken de Monja'ya bırakırım, gelir ondan alırsınız.
Hamburg
gece Hamburg
A Serious Woman?
İşin kötüsü son ayım burada, kütüphaneden çıkmam, çalışırım diye hayal kuruyordum. Çok hoş bir hayal değildi tabi bu, sıkıntılı bir hayal. Ama şimdi yataktan çıkamıyorum. İki şey yapsam yorgun düşüyorum. Yattığım yerden bilgisayar elimde, internetten makale filan araştırıyorum. İyi mi oldu kötü mü oldu çalışmamak için bahane mi oldu bilemedim.
Zaten şu tez olayı beni çok kasıyor. Bir de bunun doktorası var, kasıldıkça kasılıyorum sanki yapmak zorundaymışım gibi. Uzun vadeli işler hiç bana göre değil, bir işi başladım mı mutlaka hemen bitirmeliyim. Tez gibi bir senelik bir iş yeterince sıkıntı verici. Bir satır alıntı için, kitap kitap dolaşıyorsun... Gitmeden burada yapmam gereken imza, banka hesabı, bir sürü bürokratik iş de beni kasıyor.
Şimdi vakit de yaklaştı ya, başka konularda da iyice kasılmaya başladım. İstanbula dönücem, her şey yeni gelecek bana. Annemler yeni eve taşındı, şimdi Emre ile güllük gülistanlık yaşıyorlar. Seda da yok, iyice zor olacak. Üstelik odamı yerleştirmemişler bile, öyle taşındığı hali ile duruyormuş. Gidince beni bir sürü yük bekliyor. Bir de artık kullanılmayan ama atmaya da kıyamadığım şeyler var ya, en çok onlar bana sıkıntı veriyor. Annem dedi ne çok çantanız varmış sizin. Alıyoruz, fermuarı gidiyor, 10 liraya fermuar yaptıracağıma gidiyorum 15e yenisini alıyorum, napiim. Artık kullanılmayan bir sürü hediyelikler, ıvır zıvırlar, çocukluğumuzdan kalma asla atmaya kıyamadığımız oyuncaklar, vermeye kıyamadığımız ama giymediğimiz bir sürü giyisi, eski defterler, rengi solmuş modası geçmiş eşarplar ve daha neler neler. Sadece benim olsa iyi, Seda'nın da bir sürü eşyasını toplamak da bana kaldı. Bir sürü yaşanmışlık, eskimişlik, hatıralar... Emre de tutturdu, bir daha gelmeyin, orada kalın, istemiyoruz sizi, odanızı da kiraya vericem diye. Zaten geldiğimizden beri "Alman domuzu" olduk çıktık. Kıskançlığından çatliycak yakında. :))
Beni kasan bir başka konu da iş. Piyasa düzeldi mi oralarda hiç bilmiyorum. İlk başlarda Haziran'a kadar tezi bitiririm, sonra iki ay dalış filan yapar yazın keyfini çıkarırım, yazın arada ders çalışır doktoraya hazırlanırım, Eylül'de de çalışmaya başlasam değme keyfime filan diye plan yapıyordum. Nerden geldiyse aklıma dönüşte iş bulmalıyım çalışmalıyım filan gibi telaşa kapıldım. Hatta dün kariyer.netten iş başvurusunda bile bulundum. Bir yandan kovuyorum bu kötü düşünceleri, bir yandan şu para denen illet neden bu kadar önemli diye yeni düşünceler beliriyor...
Dün Gökhan'la Cohen Kardeşler'in "A Serious Man" filmini izledik. Bence film çok komikti. Komedi filmi değil tabi. Ama Cohenlerin filmlerindeki tuhaf durumlar ve diyaloglar beni çok güldürüyor. Aslında "ufak" sorunları olan bir adam, filmin sonuna doğru çok daha büyük sorunlarla karşılaşıyor. "Küçük" soruları, kaderi için hep bir cevap arıyor ama sonunda kendisini bekleyen, her şeyi yalayıp yutan kasıp kavuran dev bir boşluk... Birçok sorunun cevabı bile yok. Cevap bulmak için uğraşmak, tasalanmak bile yeni sorulara, sorunlara yol açıyor. En iyisi hiç cevap aramamak. Keşke her şey matematik gibi olsa, her sorunun çözümü ve cevabı belli olsa... Matematik "olasılık sanatı" değil miydi, olasılık sanatı neydi o zaman diye soruyor "ciddi adam"?... İstatistik miydi olasılık sanatı? Bir torbada olan kırmızı, mavi ve sarı topları çektiğimizde hangisinin gelme olasılığını niye merak ediyoruz, ya da zar attığımızda, ya da piyango bileti aldığımızda... Keşke merak etmesek... Akıyor işte hayat. Biz hayatımızla ilgili planlar kurarken, bir kasırganın gelip elimizdeki her şeyi alma olasılığı ne kadar?
Tamam artık kurmuyorum, kasılmıyorum, plan yapmıyorum, odam da kalsın öyle, iş miş de umrumda değil. Şu ana odaklandım. Leipzig, tezim, belki bir daha hiç göremeyeceğim dostlar ve ben... Rahatsız etmeyin...
Düsseldorf
Buruk
Hazır Emin gelmişken, birkaç parça eşyamı ona veriyim, İstanbul'a götürsün dedim. Küçük bavulumu doldurdum. Sığmadı tabi göndermek istediklerim, yanına bir de torba yaptım, Emin'in minik bavuluna sığıştırırım diye.
Artık neleri giymem, nelere ihtiyacım olmaz diye bu iki çantayı doldururken, bir buruk oldum. Günlerdir bu işe kafa yorduğum için günlerdir buruğum. Leipzig'den ayrılışımın ilk somut göstergesi olduğu için... İstanbul'u, dostlarımı, ailemi çok özlüyorum, o ayrı. Ama burası başka bir yaşam oldu sanki benim için. Bir yandan alıştım, bir yandan gideceğimi bildiğim için hiçbir zaman tam anlamıyla alışamadım. Çok özledim İstanbul'u, ama Leipzig'i de şimdiden özledim. Böyle içimde bir şey, boğazımda bir düğüm yumulu. Ağlayacağım ağlayamıyorum. Gözyaşlarımı gerçek ayrılığa saklıyorum...
Bu aralar buna taktım
O gün bugündür Youtube'dan sürekli kendisini dinliyorum. O nasıl bir ses, o nasıl bir yakarıştır! Hayran oldum ve tutuldum bu adamın sesine, müziğine. Biraz isyan da sezdim ama ekşisözlük'te okuduğum "İran'da yasaklı olduğu ve Hollanda'da yaşadığı" dışında başka bir bilgi edinemedim. Birkaç şarkının sözlerini okudum, aşk temalı çoğu. Hiç öyle konser insanı olmamama, gelmiş geçmiş en iyi seslerin İstanbul konserlerini göz göre göre kaçıran biri olmama rağmen, kendisinin Avrupa'da konseri var mıdır diye bile araştırdım internetten. Hiçbir bilgiye erişemedim ama.
Acilen bir album almam lazım, zira İnternet limitim 20gb, bu kadar takık bir şekilde dinlemeye devam edersem her an bitebilir. Merak ederseniz buyrun, bu şarkının dışında Toranj'ı ve aslında hepsini öneririm.
Bu arada dün akşam Gökhan ile daldığımız hayallere bir İran seyahati ekledik. Çok da içmedik ama bakalım hatırlayabilecek miyiz. :)) O değil de Farsça mı öğrensem?
Zolf Bar Bad
http://www.youtube.com/watch?v=6rgt5hzMvCI
Let not the wind into your tresses or I will go into the wind
Let not seduction be your way or I will loose mine
Drink not with any old contender or I will drown in pain
Savor not your wine or I will turn red in sobriety
Lock not your hair or I will be locked in remorse
Twist not your hair or I will get twisted
Become not the rival's friend or I will become mad with rivalry
Feel not for others or I will cease to feel
Open your face and I won't need a flower
Stand tall and I won't need the air of heights
Paint not the town red or I will shed blood for tears
Cherish not the other's company or I will perish
Steal not the limelight or all light will leave me
Ogle not or I will melt beneath your gaze
Be kind to this poor suitor and come to my aid
For me not to appeal to the Messenger
Hafez will never turn away from...
Doğumgünü hazırlığı
Geçen gün Monja ile Eisenbahnstrasse'ye gittik. Burası Türk marketlerinin olduğu bir sokak. Ne ararsan var neredeyse. Ben de ilk kez gidiyorum. Monja hem çaydanlık ve Türk çay bardağı almak istiyor hem de Türk çayını o kadar çok seviyor ki, ona gösteriyim, öğrensin, ben döndükten sonra da alabilsin istedi. Girdiğimiz ilk bakkalda, -evet ya bakkal işte-ne güzel ya çok nostaljik oldum- aklım başımdan gitti. Monja dedi, biz doğum günlerinde sadece tatlı yeriz, dedim o zaman tuzlu bir şeyler yapayım da millet Türk işi bir şey görsün. Beş çayı doğum günü partisine ne yapabilirim diye düşünmeye başladım. Hazır üçgen şeklinde kesilmiş yufkaları gördüm, sigara böreği yaparım dedim, aldım, Pınar beyaz peynir gördüm aldım. Maydanozlar boylu poslu ve muhteşemdi, her halukarda bir şeylere katarım dedim aldım. Leblebi aldım. Tepsi tepsi baklavalar vardı, Monja ben bunları çok seviyorum dedi, ayak üstü 7-8 dilim aldık, akşama kadar bitirdik. Sonra dedi ki, doğumgünümde bana baklava getirir misin, tabi ki dedim.
Sigara böreği ve kısır yapmaya karar verdim. Dün hem baklava hem kısır malzemesi için tekrar Türk marketinin yolunu tuttum. Kısır için biber salçası, domates salçası aldım. Aklımda nar ekşisi de vardı ama hem üşendim hem de dedim ne koyarsam koyayım millete yuttururum.
Dün akşamdan beri de bir heyecan sardı beni. Ama kısırı ilk kez deneyeceğim, nasıl yapıldığı hakkında en ufak bir fikrim yok. Sigara böreği desen sadece anneme sararken yardım etmişliğim var. Hatta bir ara "ay yumurta konuluyo muydu bunlara" filan diye düşünmeye başladım. Neyse dedim illa ki yaparım ben bu sigara böreğini ama kısır nasıl olacak? Dün akşamdan bir tutam ince bulgurla deneme yapayım dedim. Bastım içine sıcak suyu ama sanki böyle sert sert oldu. Buradaki bulgurlara da pek güvenemiyorum, çünkü mesela pirinç hiçbir şekilde istediğim gibi pişmiyor. Bulgurdan şüphe ettim, en iyisi bir bilene danışayım dedim. İnterneti açtım baktım, tariflerde sanki böyle eksik anlatıyorlar. Sonra dedim anneme sorayım. Emre msn'deydi, annemi msn'ye çağırmasını istedim, her zamanki artisliğiyle çağırmadı bile. Kesin sen bilirsin anlat bakalım şu kısırı bana dedim. Emre yağda kavuracaksın önce dedi. "Ya bak Emrecim" dedim "canım kardeşim, hiçbir tarifte böyle bir şey yazmıyor, millet su koyuyor, bekletiyor, emin misin kavuracağıma?" "Üf saçmalama, salak mısın, kavurmadan olur mu, pişer mi hiç, pilav gibi yapacaksın" diye Emre bir dolu saydırdı bana. "Nar ekşisi koy dedi, nar ekşisiz hayatta olmaz, hiç yapma daha iyi" dedi. Hayda dedim, üşendim almadım bu nar ekşisini, şimdi almadan olmuyormuş dedim, çıktım baktım Rewe'ye haldır haldır nar ekşisi aradım. Millete sordum "nar sosu" diye, ne diyorsun diye baktılar bana. Sonuç olarak nar ekşisi filan yok, limon da olur dedim. Mecburen! Emre'ye güvenemediğim için, Özlem'den, Seda'nın Co'su, yardım istedim. Özlem üşenmedi sağolsun, ablasından tarifi alıp yazdı bana. Hep birlikte Emre'nin de benimle kafa bulduğu ve abla ile dalga geçtiği için taş olacağı sonucuna vardık.
Gece uyuyamadım yemin ederim. Böyle bir heyecan bir heyecan. Yetiştirebilecek miyim, becerebilecek miyim acaba diye. Sabah 9a saati kurdum. 12'den önce kalkamayan ben, pıt diye uyanıverdim. İlk önce yufkaları sardım. Ama yufkalar, bizim bildiğimiz yufkanın üç katı kalınlığında, ucu yapışmıyor bile böyle. Kesin dedim dağılacaklar. Neyse sonra kısırı ısladım ve inanamadım suyunun ayarını iyi yaptığıma, süper oldu. Malzemelerini koydum, limonladım filan mis gibi oldu. Sabahtan da benim kuzulara brunch sözü vermiştim, bir de misler gibi kahvaltı hazırladım onlara, krepler yaptım.
Doğum günü partisine gitmeden yarım saat önce sigara böreklerini kızartmaya başladım. Neyse ki dağılmadılar ama içindeki peynirler dışarı büyük bir gürültüyle pörtlediler ve mutfakta duvar dahil her yer peynir oldu. Annem aklıma geldi. Çünkü hep derdi, az koy peynirleri diye. Hep cimrilik yapıyor diye düşünürdüm, ne güzel işte bol bol peynirli yiyelim derdim. Meğersi peynirler böyle taşmasın diye dermiş!
Sigara börekleri anında bitti. Fransızı, Hollandalısı, Norveçlisi, Almanı, Güney Afrikalısı, İsraillisi herkes bayıldı. Tarifini sordular, parmaklarını yediler. Hatta sigara böreği partisi yapalım, bize de yapmasını öğret dediler. Ben gitmeden bir sigara böreği partisi yapmaya karar verdik.
Geriye de peynire bulanmış mutfak ve bir sürü bulaşık kaldı...
Prosecco içtik. İtalyan gazlı beyaz şarap.
Sırasız düşünceler
Bir gün bir mağazada, kasanın önünde bir müşteri var, ben de kasanın diğer yanında beklemeye başladım. Sonra benden sonra gelenler, kasanın öbür yanına geçtiler ve kuyruk olmaya başladı. Ben herkesten önce gelmeme rağmen, kasanın yanlış tarafında beklediğim için kasiyer beni almadı, taa sıranın en sonuna gittim.
Ezgi anlattı. Bir gün alışveriş yapmış, almış torbayı eline çıkmış dışarı. Bakmış torba yırtık, torbayı değiştirmek için tekrar geri dönmüş. Sıraya gir demişler!!
Burada bir bar var. Ne zaman gitsem barın önünde sıra var. Çünkü koca bara bir kişi, iki kişi filan bakıyor. İnsanlar da gayet "medeni" oldukları için sıraya giriyor. Bir gün girdim bekliyorum, benden önceki kişilerin önüne birileri kaynayarak alacağını aldı, ses çıkarmadılar. Sonra tam sıra bana geldi, sarhoş çocuğun teki geldi, önüme girdi, siparişini verdi. Tam o sırada ben çıkıştım. Arkamda da böyle uzun boylu yapılı abiler var, 10 kişilik filan sıra var. Çocuğa dedim, sıra var burda, sıraya girsene. "Barda sıraya girilmez" dedi, döndü kıçını. Şimdi bir Osmanlı çocuğu olarak, tepesine binmem gerekirdi, arkama baktım, kimseden çıt çıkmıyor. Çok terbiyesizsin filan dedim ve hiçbir şey almadan çıktım sıradan. Hakları yenince sesini çıkaramayan Almanların bu kadar mal olabileceklerine inanamayarak...
Yok ya, var bu millette bir mallık, henüz çözemedim. Gerçekten derinlemesine incelenmesi gereken bir toplum. Üzerlerine tez yazılır. O kadar dar görüşlüler ve at gözlüğüyle bakıyorlar ki her şeye, yeni bir şey üretmeleri, çizginin dışına çıkmaları zor. Sıra kasanın sağından olursa hep sağındadır, solundan gitmez. Sanırım onlardan istenen de bu. Çizgileri aşmamak, biri sırayı bozduğunda sorun çıkarmamak. Her şey olması gerektiği gibi. Farklı bir şeye yer yok.
Sanırım hepsi ikinci dünya savaşı travmasının sonucu. Ve daha sonra yaşadıklarının... İşte o yüzdendir belki de hep hatırlamak, bir daha yaşamamak için Nazi Almanyası ve DDR'i ağızlarına sakız etmişler. Örneğin daha çocukken, okuldayken toplama kamplarına geziler düzenleniyormuş. Aslında bu güzel bir şey ama, Monja küçük çocuklara "Sizin büyükbabalarınız yahudileri işte burada yaktı" diye söylediklerini ya da bilmiyorum, ima ettiklerini anlattı. Yaa toplama kampına niye gezi düzenlenir ki, ben bunu bile anlamakta zorluk çekiyorum, niye bu kadar çok Nazi Almanyasından ve DDR'den bahsettiklerini hiç anlamıyorum. Tamam biz de birçok şeyi konuşmuyoruz, hatta ve hatta dile getirmemiz bile yasak ama Almanlar da biraz abartıyor gibi geliyor.
İşin ilginç kısmı, Berlin Duvarını yıkan da bu millet, Soğuk Savaşı sona ermesinde itici güç olan da. O nasıl bir isyandır ki, Doğu Almanya'da daha demokratik bir hükümet ve yabancı ülkelere gitme hakkı gibi basit haklar için Leipzig'de başlayan gösteriler, iki ay boyunca her Pazartesi sürmüş, duvar yıkılana kadar. Başka şehirlerden Leipzig'e insanlar geliyormuş, her Pazartesi! Merak ediyorsanız wikipedia'da Monday demostrations diye aratabilirsiniz. Berlin Duvarını yıkan bu halk mı, sırası alınınca sesini çıkarmayan bu çocuklar kimin çocukları?
Fotoğraf kaynak: wikipedia
Sıraya girmek dedim, nereden nereye geldim. Sadece biraz şikayet etmek, kaç zamandır aklımda olanları yazmak istedim. Hassas konu dedim, çok konuşmiyim dedim ama onlar benden çok konuşuyorlar. Sosyolog değilim, siyaset bilimci değilim. Gözlemlerimde ve tespitlerimde yanılmış olabilirim. Bu yazdıklarım sadece ve sadece beni bağlar, ama görüş bildirmek serbest, hem de sıraya girmeden...
Bebekli öğrencilik
Şimdi kesin bilmiyorum tabi, tamamen gözlemlerimi, duyduklarımı yazıyorum. Leipzig Üniversitesi Almanya'da en çok çocuklu öğrencinin olduğu üniversiteymiş. Devlet de bu çocuklu öğrencileri destekliyormuş. İşte çocuk için aylık bir para alıyorsunuz, sonra yol, yemek vs. parası filan veriyorlar. Hatta ve hatta evli değilseniz hem anne hem baba ayrı ayrı alıyorlarmış bu parayı. Evlendiğinizde o kadar fazla para alamıyormuşsunuz. Duyduğuma göre boşanmak da masraflı bir iş olduğu için kimse evlenmiyormuş.
Ben bunları Almanca dersinde öğrendim. Konu Almanya'daki aile yapılarıyla ilgiliydi. Hoca böyle bir şema dağıttı, Almanyadaki aile yapılarının nasıl olduğunu gösteriyor. Geleneksel aile yapısı var tabi. Ama bir de yanında mesela "Hafta sonu ailesi", "hafta sonu birlikteliği: bu resim bir erkek bir kadının ve yanında yatağın olduğu bir resimdi!!", "patchwork ailesi", "lezbiyen aile", "gay aile", "çalışan anne baba", "çalışan anne, ev erkeği". Patchwork aile mesela, biriyle birliktesiniz ondan çocuğunuz oluyor, sonra ayrılıyorsunuz başka biriyle birlikte oluyorsunuz ondan da çocuğunuz oluyor, sonra eski eşiniz de başka birinden çocuk yapıyor, yani ortada bir sürü ana baba ve bir sürü üvey kardeşli dev bir aile var. Hafta sonu ailesi mesela erkek şehir dışında çalışıyor, sadece hafta sonu evine geliyor. Sadece kadının çalıştığı ve erkeğin ev işlerini yaptığı ve çocuklara baktığı bir aile tipi daha var. Lezbiyen ve gay aile resimlerinin yanında da iki erkeğin yanında çocuk, iki kadının yanında çocuk filan vardı! Kadınların çocukla yaşamasına izin veriliyormuş ama iki gay erkeğin çocukla yaşamasına izin verilmiyormuş. Böyle bir sürü bir sürü varyasyon işte, artık hayal dünyanızı çalıştırıp farklı varyasyonlar da düşünebilirsiniz.
Tandemimin anlattığına göre erkekler iyice şaşkın durumdaymış. Modern aile yapısı dolayısıyla aldıkları rol konusunda biraz kafaları karışıkmış. Ayrıca kadınlara yaklaşma, iletişim ve ilişki kurma konusunda buradaki erkeklerin çok pısırık olduğunu da söyledi. Telefon numarası istemekten bile korktuklarından, hatta böyle çıkarken "seni öpmeme izin verir misin" gibi gerizekalı cümleler kurduklarından, bir yerlere gitme gezme konusunda hiçbir öneri getiremediklerinden ve her şeyi kız tarafına filan bıraktıklarından bahsetti. Yalnız burası Doğu Almanya, Batı'da durum daha farklı olabilir. Ama komik yani!!
O değil de ben de hem doktoramı hem bebeyi aynı sırada çıkarabilir miyim diye düşünüyorum. Düşünsenize İstanbul Üniversitesi kampüsünde çocuk arabasıyla bir tip geziyor oradan oraya, derse giriyor filan. Neden olmasın ya neden!! :))
Yumurta kapıda
Gökyüzünden inen beyaz şey var ya, hani altıgen, biri diğerine benzemiyor, çok güzel romantik olan şey, onun fotolarını koymam Magissa (ya bi link vermeyi öğrenemedim, buraya bakın: http://kedilicadi.blogspot.com/2010/01/bugun-sinirlerime-dokunan-bloglar.html ) tarafından yasaklandı. Şimdi en azından istanbula bu beyaz şeyden yağar bu arada, onun siniri geçer, beni belki tekrar bağrına basar diye foto koymuyorum, Magissa'nın gazabından korktuğum için o beyaz şeyin ismini de geçirmemeye karar verdim.
Ayrıca hayatımızın kabus olduğunu da tekrar söylemeden geçemeyeceğim. Ana yollar yeni yeni temizlenmeye başladı. Belediye bi zahmet kıçını kaldırdı! Ara yollar hala beyaz şeyle kaplı. Bu yollara çöp arabası giremiyor bu yüzden, çöp tenekeleri doldu taşacak. Yürürken embesil gibi yürüyoruz, çünkü kumda yürür gibi aynen. Çölde miyim, Türkiye'nin doğusu mu burası, Avrupa'nın göbeği mi anlamış değilim. Şaşkınlık içindeyim gerçekten. Bizim kıytırık belediyeler bile iki gün sonra k.. mar bırakmıyo ortada.
Şu aralar pek bir motivasyon içerisindeyim. Yumurta kapıya dayandı tabi. Dönmeye az kaldı. Tezime bir sarıldım ki sormayın. Yani öyle gece gündüz çalışmıyorum tabi de yavaş yavaş o günlere de yaklaşıyorum. Bende hep böyle son dakika çalışmaları işe yarıyor. Nedense o ödevler de hep bir gece önceden gece yarısı bitirilir, çıktı alma işi de derse girmeden 5 dakika önceye sarkardı. Yok başka türlü ilham filan gelmiyor çünkü.
Bu motivasyonumun bir sebebi de daha net düşünüyor olmam sanırım. Birçok konuda. 2009 için son dileğim, 2010'da gerçekleşmesini dilediğim "if" olmadı. Kariyer hayatım ile ilgili olduğu için prensip olarak ne olduğunu da söyleyemeyeceğim. Üzgünüm :)) Ama tam onlardan teşekkür mesajı gelmeden bir gün önce iyice bir incelemiş, çok da profilime uygun olmadığını görmüş, neden istiyorum ki gibi sorular aklıma takılmıştı. Belki kendimi rahatlatmaya çalışıyorum ama bırakın da böyle tatmin olayım. Hem neden istediğimi de gayet iyi biliyorum artık. Dedim ya daha iyi düşünüyorum...
Şu önümdeki iki ay yoğun ve hızlı geçeceğe benziyor. Ocak sonunda Almanca kurs bitiyor. Ocak sonunda Emin Almanya'ya geliyor, Düsseldorf'ta dalış fuarı var. Ben de Düsseldorf'a gideceğim. Şubat başında belki burada ziyaretçilerim olabilir. Şubat sonunda da Sedamı görmeye gideceğim. Bir hafta sonra da buradan ayrılıyorum. O yüzden bir sıkışıklık var. Tezime amaaann İstanbul'da devam edersin işte diye düşünüyorum bir yandan. Ama bende hiçbir zaman işler öyle yürümüyor. Ne zaman böyle bol vaktim olsa, aman çalışmıycam bir süre yayıcam, ders çalışcam, İstanbul Film festivalini gündüz de dahil olmak üzere iki hafta boyunca izliycem, yaz da geliyor tatil de yapcam dalış da yapıcam, dalış asistanlığı hocalık için biraz kasıcam desem hep birşey çıkıyor. En son böyle planlar yaparken reddemeyeceğim bir iş teklifi almıştım. Zaten iş aramadığın zamanlarda iş geliyor seni buluyor. O yüzden ben de aramıyorum :PP Kısmet bakalım dönüşte neler olacak. :))
O değil de acayip özledim ben ya İstanbulu. Burası da çok güzel, arkadaş ortamı, yaşam vs., tadını çıkarıyorum doya doya ama ev gibisi yok ya...
Seda'm
Seda teyzemin kucağında, kuzenler Burcu ve Çağıl iki yanda, ben arkada
Dedemin güzeller güzeli bahçesinde Emre, ben, Seda sanırım kiraz yiyoruz
"Common enemy"
Uzun zamandır ırkçılık meselesi kafamı kurcalıyor. Almanyaya gelmeden önce bu konu aklımın ucundan bile geçmedi. Çünkü Almanya burası! Tarihte yaşadıkları onca şeyden sonra en çok korktukları konulardan biri de bu olsa gerek diye düşünüyordum. Buraya geldikten sonra da yaşadığım kötü deneyimler dolayısıyla bile hiç şüpheye düşmedim, insanların terbiyesizliğine vs. ye yordum. Restoranda yemek beklerken, bir türlü gelmeyen yemeğimi sorduğumda, "Burası McDonalds değil, bekleyeceksin" cevabını aldığımda garson kızın gerizekalılığına yordum. Sosisçide nedense ekmek arası sosis almam Almanların almasından daha uzun sürüyor, üstüne üstlük parayı Almanlar gibi sosisten sonra değil sosisten önce vermek durumunda bırakılıyorum. Deutsche Bahn'da bana hizmet vermek zorunda olduğu halde, internette yazıyor oku öğren yap yaklaşımında bulunan Alman teyzenin de yabancı olduğum için değil de sadece huysuz olduğu için beni savsakladığını düşündüm (aynı hizmeti başka bir yetkiliden gayet kolay alabildim).
Nijeryalı komşumla konuşunca sanki taşlar biraz daha yerine oturmaya başladı. Bana hiç yeri yokken birkaç kez polisin kimlik kontrolüne denk geldiğini, bazı mekanlara çeşitli bahanelerle alınmadıkları gibi şeyler anlattı. Kendime bile itiraf etmekte zorlandığım "ırkçı" sıfatını çeşitli gözlem ve tecrübelerle de Almanların üzerine daha bir yakıştırmaya başladım.
Belki beyinlerinde değil bu ırkçılık ama kalplerinde. Söküp atamamışlar nefreti. Çok üzgünüm gerçekten böyle bir sonuca vardığım için ama öyleler işte. Sevmiyorlar yabancıları. Birbirlerine karşı bile çok sıcak olmadıklarını düşünürsek çok da zor değil öyle olmak. Şimdi benim de bir zamanlar, yurt dışında yaşamamış biri olarak, ahmak kestiğim gibi "ama işte Türkler de orada nasıl yaşıyor!" vb. yorumları duyar gibiyim. Bir kere bu karşılıklı bir direniş! Onlar kabul etmemekte direndikçe, siz de içinize kapanmak, sadece kendiniz gibi olanlarla birlikte olmak, kendi yaşam tarzınızı ve yaşam alanlarınızı yaratmak, haksızlığa uğradıkça uyum sağlamamak konusunda direniyorsunuz! Hiç tahmin etmezdim böyle duygular hissedeceğimi ama bizzat yaşıyorum ve hissediyorum. Nijeryalı arkadaşımın dediği gibi "common enemy"e (ortak düşman) karşı birlikte direniyoruz.
İçim acıyor... Ve sadece kınıyorum...
Avrupa'nın başka memleketlerinde de Türklerin nasıl muamelerle karşılaştıklarını, çeşitli gözlem ve deneyimleri öğrenmek isterim. Okuyan varsa, içinizden gelirse bir yazıverin yoruma...